Haberler

Bir Dönemin Tanıklığı: 'Demeyin Anama İçerideyim'

Abone Ol

Cafer Solgun, daha çok Alevi meselesi, Kürt sorunu, toplumsal barış ve demokratikleşme konularıyla ilgili görüşleri, yazıları ve kitapları ile tanınan bir araştırmacı-yazar. Cafer Solgun, bugün 'farklı' bir kitabıyla gündemde: Demeyin Anama, İçerideyim...

Tabii ki kitabın sadece adı değil dikkat çekici olan, içinde yazılı olanlar oldukça çarpıcı. Kitabın tanıtım metninde de vurgulandığı üzere, Solgun bu kitabıyla okuyucuyu yakın tarihimizin 12 Eylül gerçeğiyle yüzleşmeye davet ediyor.

Çünkü kitap, bir süre öncesiyle birlikte 12 Eylül dönemine ilişkin bireysel bir 'tanıklık' kitabı. Solgun da kitabına yazdığı önsözde bunu vurgulamış; "Bu kitap sadece bir 'anı' kitabı değil; bir 'belgesel' de olmadığı gibi. Ömrümün yaklaşık 20 yılını geçirdiğim hapishane süreçlerini kronolojik sıraya dikkat etmekle beraber bir 'günlük' hassasiyetiyle de yazmış değilim. (...) Bu kitabın elbette ki biraz 'anı', biraz 'belgesel' anlamı da var. Ama illa bir kavram kullanmak gerekiyorsa, en uygun kavram 'tanıklık' olsa gerektir."

Solgun'un, bütün kitaplarında özgeçmişinde 17.5 yıl siyasi nedenlerle hapis kaldığı, sıkıyönetim mahkemeleri ve DGM'lerde yargılandığı yazıyor. Ama bu geçmişi ile ilgili ilk defa okurun karşısına çıkıyor. Kendisiyle kitabıyla ilgili konuştuk...

-Kitabın adı çok dikkat çekici ve içli. Neden 'Demeyin Anama, İçerideyim'?

CS: Aslında bu kitabı büyük ölçüde 2007-2009 yılları arasında yazmıştım. O zaman adını 'Oyy Mahpusluk' olarak düşünmüştüm. Arkadaş Z. Önger'in 'Sevdadır' başlıklı şiirinden ilhamla. Kitabı yayına hazırladığım zaman değiştirdim. 'Demeyin anama, içerideyim' kitabın içinde geçen bir ifade. İlk defa işkence görüp cezaevine atıldığım 1978 yılında, Sağmalcılar Cezaevi'nde yaşadığım duyguydu bu. Annem, babam, kardeşlerim beni İstanbul'da okuyor biliyorlardı. Mahpus olmama çok üzülürlerdi. Kendimce bunu onlardan gizleyerek benim için üzülmelerini önlemek istemiştim. Yayınevi de bu adı benimsedi ve böylece bu isimle çıktı kitabım.

-İlk defa tutuklandığında lise öğrencisiymişsin...

CS: Evet. Çağlayan Lisesi'nde okuyordum. O yıl yaptırmıştım kaydımı. Okuduğum lise bugün Adliye Sarayı...
-Hangi cezaevlerini anlatıyor bu kitap?

CS: Sırasıyla Sağmalcılar, tarihi Sinop cezaevleri ile Davutpaşa, Metris ve Sağmalcılar sıkıyönetim cezaevlerini anlatıyor. Dönem olarak ise 1978-1987 yılları arası dönemi kapsıyor.

-12 Eylül darbesi olduğunda içerideydin yani?

CS: Evet. Davutpaşa Sıkıyönetim Cezaevi'nde idim. Darbeden önceki aylarda da bu cezaevi işkence olaylarıyla gündeme geliyordu. Müdürü, sonradan Metris'te de karşımıza çıkacak olan Binbaşı Adnan Özbey idi. Darbeden kısa bir süre önce cezaevinde benim de aralarında olduğum kendilerine göre belirlediği kişileri tecrite atmışlardı. Sonuçta taleplerimizin kabul edildiği bir açlık grevi yapmıştık. Tabii sözlerini hiçbir zaman tutmadılar. Darbenin olduğu gün, sabaha karşı anonslarla uyandık. Binbaşı Adnan sevinçten ilk haberi bize vermişti galiba. Aynı gün işkenceler de başladı zaten...

-Sonra Metris. Metris'in bir özgünlüğü var mıydı?

CS: Elbette. Bir toplama kampı mantığına göre inşa edilmiş ve 23 Nisan 1981 günü açılmıştı. Ben 12 Eylül faşizmini anlamak için 12 Eylül cezaevlerine bakmak gerektiğine inanıyorum. Darbeciler inşa etmek istedikleri toplumu önce doğrudan kendi zihniyetlerini yansıttıkları cezaevlerinde oluşturmak istediler. 12 Eylül'ü simgeleyen cezaevleridir; Metris, Mamak ve Diyarbakır... Bu cezaevlerinde insanları devlete biat ettirmek, kişiliklerini, onurlarını teslim almak, itirafçı insan müsveddeleri haline getirmek için bütün insanlık değerlerini yerle bir eden uygulamalara giriştiler. Bu uygulamalar, malum, Diyarbakır'da vahşet boyutlarında yaşandı.

-Dayatılan kurallar nelerdi? Kısaca bahseder misin?

CS: Atatürk ilke ve inkılaplarını öğrenmek, Atatürkçülük eğitimi görmek dayatmasından başlayan bir dizi kurallar vardı. Siyasi tutuklu değil "asker" olduğumuzu iddia ediyor ve buna boyun eğmemizi istiyorlardı. Bu, beraberinde gelene geçene "komutanım" diye hitap etmekle başlayan, asker traşı olmaya kadar varan bir dizi kuralı da kabul etmek demekti. Devlete biat etmek, pişman olmak, itirafçı olmak dayatılıyordu. Dayatılan bütün kurallar bunu gerçekleştirmek içindi zaten.

-Bir de tek tip elbise dayatması vardı...

CS: Evet. 1983 yılında gündeme getirildi. "Suçlu" olduğumuzu kabul etmemizin göstergesi idi o elbiseyi giymek.
-Nasıl direndiniz?

CS: Mahpushane koşullarında direnmenin biçimleri sınırlı tebii ki. Fiziki olarak bedenlerimizle direndik her şeyden önce. Yıllarca sabah akşam kurallara uymayı reddettiğimiz için dayak yedik, işkence gördük. Açlık grevleri yaptık. Hemen her sene uzun süreli bir açlık grevi yapmak durumunda kaldık. 1984 yılında ölüm orucunda 4 arkadaşımızı kaybettik. Sakat kalanlarımız oldu. Mahkeme boykotu, sayımı istedikleri nizamda vermeme gibi değişik direniş biçimlerimiz de oldu.

-Haberleşme, iletişim sorununuzu nasıl çözüyordunuz?

CS: Bu konuda son derece yaratıcı olduğumuzu söyleyebilirim. Sanırım okuru en çok şaşırtacak olan da haberleşme konusundaki keşiflerimiz olacak. O kadarını söyleyeyim.

-Kitabında insan halleri de var.

CS: Elbette. Sonuçta o zor şartlarda da bir hayat var, şartları insanileştirmek, yaşanılır hale getirmek zorundasınız. Gençtik çoğumuz. Gülmesini de unutmamalıydık. Sanırım okuru acı acı gülümsetecek mizahi yönleri de vardı içerideki direniş yıllarımızın...

-Peki mahkemeler?

CS: Mahkemeler tiyatroydu tabii. İşkenceli polis sorgularına dayanılarak hazırlanmış iddianamelerle yargılandık. Savunma hakkımız gasp edildi. Mahkeme salonlarında, yargıçların önünde de çok dayak yedik. 12 Eylül darbe hukuku yürürlükteydi. 1991 yılında kabul edilen şartlı tahliye yasası ile idam ve müebbet talep edilen herkes 8-10 yıl içeride olması kaydıyla serbest bırakıldı. Ama onlarca arkadaşımız idam edilmişti...

-Sonra 12 Eylül yargılandı ve mahkum edildi ama...

CS: 12 Eylül tarihin ve insanlığın vicdanında çoktan mahkum edilmiştir. Ama hukuken mahkum edilmesi maalesef mümkün olamadı. 12 Eylül cuntasının yaşayan iki ferdi (Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya) bir kere dahi mahkeme salonuna getirilmeden, sanık sandalyesine oturtulmadan yargılandı ve sözüm ona mahkuk edildiler. Böyle bir 12 Eylül yargılanması olabilir mi? Sıkıyönetim komutanları, işkenceci polis ve askerler, işkenceci cezaevi müdürleri ve bakanlık yapanlar da dahil diğer bürokratlar neden yargılanmadı? İsimleri mi bilinmiyordu? Biz biliyoruz. Unutmadık. Hemen şunu da belirteyim. Asla rövanşist bir yaklaşım içinde değilim. Ama yüzleşmek gereği de ortada bir sorumluluk olarak duruyor. Bunun hukuki, siyasi ve toplumsal boyutları var.

-Nedir onlar?

CS: 12 Eylül hukuki olarak mahkum edilmeli. Darbede rol oynayanlar, sorumluluk üstelenenler, işlenen insanlık suçlarının hesabını yargı önünde vermeli. Hala 12 Eylül anayasası ile yönetilen bir ülkeyiz. 16 Nisan referandumu da dahil bugüne değin yapılan değişiklikler 12 Eylül anayasasının 'ruhuna' ilişkin olmamıştır. Bu anayasayı orasından burasından rötuşlamak değil bütünüyle çöp sepetine atmak ve demokratik, özgürlükçü bir anayasa yapmak gereği var. Toplumsal bağlamda da yüzleşmemiz gerek. Kenan Evren'in miting meydanlarında "Asmayalım da besleyelim mi?" sorusuna "As! As!" diye tempo tutanlar bu ülkenin vatandaşı değil miydi? Darbecilik ile bir zihniyet olarak yüzleşmek ve darbecilere zemin sunan toplumsal özelliklerimizle yüzleşmek ve onları aşmak zorundayız...

-Teşekkürler

Kaynak: Bültenler / Güncel

Davutpaşa Çağlayan İstanbul Güncel Haberler

Bakmadan Geçme

1000
Yazılan yorumlar hiçbir şekilde Haberler.com’un görüş ve düşüncelerini yansıtmamaktadır. Yorumlar, yazan kişiyi bağlayıcı niteliktedir.
title