Saldırıya Uğrayan Abdülmecid Köşkü'ndeki "Kapı Çalana Açılır" Sergisi Ne Anlatıyor?
Abdülmecid Köşkü'ndeki "Kapı Çalana Açılır" serginin küratörlerinden Karoly Aliotti, serginin temasını şöyle anlatmıştı: Zıtlıkların, bir denge hali içinde buluşmalarının mümkün olup olmadığı sorgulanıyor.
Geçtiğimiz gün saldırıya uğrayan Abdülmecid Köşkü'ndeki sergi bir anda Türkiye'nin gündemine oturdu. Peki ne anlatıyor bu sergi?
Sergi içindeki temayı, hipergerçeklik ve zıtlıklık kavramlarını serginin küratörlerinden Ömer M. Koç Koleksiyonu Yöneticisi Károly Aliotti, Habertürk Cumartesi'den Eda Eriş'e anlatmıştı.
İşte o röportaj:
Sergi mekânı Abdülmecid Efendi Köşkü, bu sergiyle ilk kez genel ziyarete açılıyor. Bu mekânı seçme süreciniz nasıl gelişti?
Koç Topluluğu'nun temel hedefleri arasında kültürel mirası yaşatmak ve sanata olan ilgiyi ve merakı canlandırmak var. Koç Holding'in 2007-2026 yılları arasında sponsorluğunu üstlendiği İstanbul Bienali'nin şehre getirdiği dinamizm vesilesiyle bir sergi yapma fikrimiz oluştuğunda, akla ilk gelen mekân, kuşkusuz son dönem Osmanlı mimarisinin günümüze kalmış ihtişamlı bir örneği Abdülmecid Efendi Köşkü oldu. İzleyicileri böyle tarihi bir mekânda çoğunluğu çağdaş eserlerden oluşan bir sergiyle buluşturmak, kültürel mirasımızı hatırlamak ve yaşatmak için güzel bir egzersiz.
"ZITLIKLARIN DENGESİNİ ANLATIYOR"
Kapı Çalana Açılır seçkisinin ana teması nedir?
Zaman kavramının merkezde olduğu bir birliktelikte, sergideki yapıtlar insan ve hayvan, canlı ve ölü, canavar ve melek, hareket ve durağanlık arasındaki ilişkilere odaklanıyor. Bu zıtlıkların, bir denge hali içinde buluşmalarının mümkün olup olmadığını soruyor.
Sanatçı ve eser seçimi yaparken neyi takip etmeye çalıştınız?
Bildiğiniz üzere bu köşk,kendisi de yetkin bir ressam olan son Osmanlı halifesi Abdülmecid Efendi tarafından yazlık konut olarak kullanılmış; dönemin sanatçı ve yazarlarının buluşma yeri haline gelmiş. Bu sergiyi düşünmeye başlarken mekâna ilk adım attığımızda, sanki içeride yüz yıldır devam edem bir yaşam varmış ve biz de ona tanıklık ediyormuşuz hissine kapıldık. Sergiyi kurgularken de bu hissi takip etmeye gayret ettik.
"YAPAYLIKLA DOĞALLIK ARASINDAKİ UÇURUM..."
İzleyiciye nasıl bir yolculuk vaat ediyorsunuz?
Sergi, bu tarihi köşke adımını atan ziyaretçiye zaman içinde bir yolculuk sunuyor. Abdülmecid Efendi Köşkü'nün kapısını çalan biri, bu ziyaretin bir geç Osmanlı yapısının ihtişamı içinde kurgulanmış baştan aşağıya şaşırtıcı bir dünyaya doğru yolculuğun başlangıcı olabileceğini tahmin etmeyebilir. Geçmişin izlerini taşıyan yapıda bir araya gelen resimden fotoğrafa, heykelden yerleştirmeye birçok farklı teknik ve malzemeyle üretilmiş yapıtlar, bir yandan zamanda donmuş bir mekâna girildiği hissini uyandırırken diğer yandan uzun yıllardır kullanılmayan bu yapıyı yeniden yaşayan bir yere dönüştürüyorlar. Kaskatı kesilip taşlaşanlardan mutasyon yoluyla hayatta kalmaya çalışanlara kadar sergideki tüm yapıtlarda belli belirsiz bir huzursuzluk teması hâkim; yapaylıkla doğallık arasındaki uçurumun ve olası melezliklerin sınırında gezinen bir huzursuzluk. Sergideki yapıtlar, içinde sunuldukları mekânla bir araya geldiklerinde mutasyonun doğanın döngüsünde kaçınılmaz bir yeri olduğuna dair bir izlenim oluşturabilirler.
"DÖNÜŞÜMÜN KAÇINILMAZLIĞI TEMASINA GÖNDERMELER İÇERİYOR"
Sergide yer alan eserlerde hiperrealist eserler bulunuyor. Hiperrealizm kavramı bu sergide nasıl karşımıza çıkıyor?
Örneğin Patricia Piccinini, Ron Mueck ve Carsten Höller, hipergerçekçi yapıtları aracılığıyla köşkte zamanın akmaya devam ettiği hissini verirken; Daphne Wright, Yaşam Şaşmazer ve Franz Xaver Seegen gibi sanatçıların işleri donmuş zamana yenik düşmüş gibi görünüyor. Leyla Gediz, Anıl Saldıran ve Semiha Berksoy'un yapıtları ise bu iki durum arasında bir köprü kuruyor. Ekin Saçlıoğlu, Alejandro Metallo Gibert ve Taner Ceylan'ın sergideki yapıtları ifşa ve gizlenme, kimlik kurgusunun bulanık sınırları ve dönüşümün kaçınılmazlığı gibi temalara göndermeler içeriyor. Sergide 15. İstanbul Bienali'nin küratörlüğünü üstlenen Elmgreen ve Dragset sanatçı ikilisinin de iki yapıtı yer alıyor.
"DEĞİŞEN TEK ŞEY ZAMANDIR"
Seyirci zamana nasıl tanıklık edecek?
Ziyaretçi köşkten içeri adımını atar atmaz, bir nevi paralel evrenle karşılaşıyor: Zamanda donmuş ama buna rağmen adeta devinim halinde bir evren bu. İzleyicinin ilk gördüğü yapıt, az önce oraya düşmüş gibi, yerde uzanan, mermer tozundan yapılmış bir kuğu. Yaşanmışlıkla terk edilmişlik arasındaki gerilimi yansıtan bu kuğu, kıpırtısız bir hayaleti veya geçmiş hayatların hikâyelerinden geri dönen ruhları andırıyor. Sergiyi ziyaret ederken, zaman sanki insanlardan hayvanlara ve olağandışı varlıklara kadar herkes ve her şey için durur. Bu, bizi gördüklerimizden bir mânâ çıkarmaya davet eden, aynı zamanda görmediklerimiz üzerinden sezgilerimize hitap eden bir tanıklık. Yapıtlardan yola çıkarak kurulabilecek bağlantılar aracılığıyla izleyicileri değişmekte olan zaman izleğini takip etmeye çağıran sergi Ahmet Hamdi Tanpınar'ı şu sözlerini hatırlatıyor: Dün bugündür aslında değişen tek şey zamandır.
30 ESER
Türkiye'den ve dünyadan 24 sanatçının 1700'lerden günümüze geniş bir döneme yayılan ve bir kısmı Türkiye'de ilk kez sergilenen 30 yapıtını bir arada görmek mümkün."