Oruç Tutan Öyküler
Çağdaş edebiyatımızda orucun giderek sembollere, göndermelere dönüşerek insanlık hâllerinin izahına yönelik bir yansıtma olarak ortaya çıktığını görüyoruz.
Klasik edebiyatımızda Ramazan’ın, orucun önemi büyüktür ve pek çok şiirin, gazelin, ilahinin, mesnevinin konusu olmuştur. Bu anlamda oldukça zengin ve çeşitli bir Ramazan edebiyatımız vardır. Çağdaş edebiyatımızda ise orucun giderek sembollere, göndermelere dönüşerek insanlık hâllerinin izahına yönelik bir yansıtma olarak ortaya çıktığını görürüz. Kuşkusuz insanımızın temel ibadet biçimlerinden biri olan orucun edebiyatımızda yer almaması düşünülemez. Bu bağlamda pek çok öykücümüz de orucu, Ramazan’ı öykülerinde gündeme getirmiş, bu ibadet üzerinden bireysel ve toplumsal değişimleri, insanlık hâllerini işlemişlerdir. Mustafa Kutlu, Kâmuran Şipal, Sevinç Çokum, Fatma Barbarosoğlu iz bırakıcı oruç temalı öyküler yazmışlardır.
Hilâli Gördün mü?
Mustafa Kutlu Ya Tahammül Ya Sefer kitabındaki “Hilâli Gördün mü?”de bir zamanların dava adamlarının Ramazan ayından habersiz oluşunu işler. Derneğin müdavimlerinden biri olan Asım Bey, iktisat profesörü olmuş, zengin birinin kızıyla evlenmiş ve sınıf atlamıştır. Eski hassasiyetlerini tamamıyla kaybetmiş, sürekli eleştirdiği bir hayatın tam da içine düşmüştür. Artık onun yeni dünyasında seyahatler, açılışlar, fabrikalar, bankerler vardır. İçki alemleri, deniz, boğaz sefaları; dava dışı bir hayat yani. Artık Ramazan’ın geldiğini bile unutmuştur.
Ramazanda yalnızlık
Kâmuran Şipal’in “Gülümsedi Az” adlı öyküsü de oruç, Ramazan üzerine yazılmış en güzel öykülerden biridir. Evinde yalnız yaşayan anlatıcı, mutluluk içinde yaşayan komşu aileleri gözler/dinler. Bir Ramazan ayını daha odasında, sadece seslerle yaşar. Apartmandaki aileler huzur içinde oruç açmaya hazırlanmaktadır. Kahramanımız ise odasından bu oruç açma ritüelini izlemekte/dinlemektedir. Üst kattan tabak, çatal, kaşık seslerini işitir, börekler kızartılmaktadır. Yaşayamadığı, sadece dinleyebildiği bu mutlulukların üzüntüsüyle radyodan duyduğu duayla birlikte gözyaşlarına boğulur.
Şipal, toplumsal bir ritüelin dışında kalan yalnızlık içindeki anlatıcının acısını emsalsiz bir üslupla anlatır.
Kopuşlar ve eksilenler
Sevinç Çokum da pek çok öyküsünde, insanın fıtrattan uzaklaşarak yaratıldığı gibi kalmadığını, yenilik adına kendine dramlar, acılar hazırladığını, kendi eliyle hayatını zindana çevirdiğini anlatır. İnsanlar günden güne gelenekten, töreden, birikimlerden kopmaktadır. Artık insanın hayatından Ramazan’lar, bayramlar çekilmiştir: “Ramazanlar, bayramlar, camiler geçti gözlerinin önünden. Ezbere bildiği duaları unutuşun sebebini aradı. Babası sağ olsaydı, bağışlar mıydı bu unutkanlığını. (...) Birden namaz kılma isteği duydu. Sabah namazı kaç rekattı?” Öyküde anlatıcı, Ramazan’sız, bayramsız geçen hayatında kendini boşlukta hisseder.
Neyin gölgesi düşer oruca?
Fatma Barbarosoğlu, “Sekiz Kurşun” öyküsünde, kişinin yaşadığı travmatik durumun Ramazan’ı ve orucu gölgelediğini hikâye eder. Öykülerde Hakkari’ye tayin olan bir bayan doktorun gözünden doğu gerçeği anlatılır. Bu yöreyi, burada yaşananları tanımayan doktor, yaşanan terör olaylarının insanı travmatik bir hâle sürüklediğine tanıklık eder. Kürt sorununun merkezde olduğu öyküde, bir korku atmosferinde nasıl her şeyin bir şekilde kaotik ortama doğru sürüklendiği aktarılır. İnsan sevgisiyle dolu doktor, sonunda örgütün hedefi hâline gelir.
Daha sonra kahramanımız memleketi Akşehir’e annesinin yanına gelir, ama görev yerinde yaşadıklarının derin tesiri altında bir Ramazan ayı geçirecektir artık.
Görüldüğü gibi dört ayrı yazar, dört farklı açıdan Ramazan olgusunun Türk halkındaki karşılığını anlatırken, onun nasıl bütün hayatına sirayet ettiğini psikolojik bir derinlikle işler.