"Rüyalarımın Baskısını Alıyorum!"
Contemporary İstanbul 2008 Fuarı'nda ve Maison de L'amerique Latine Monaco'da
Contemporary İstanbul 2008 Fuarı’nda ve Maison de L’Amerique Latine Monaco’da
sergilenen ve büyük ilgi gören ‘Rüya Sahneleri: Bedri Baykam’ın 4-D leri’
15 Ocak – 1 Mart 2009 tarihleri arasında, İstanbul’da Piramid Sanat’ta, sanatseverlerle buluşuyor. Biz de Bedri Baykam’la, bu sergiyi konu aldığımız bir röportaj yaptık.
İŞTE BEDRİ BAYKAM'IN 4-D'LERİ
Yaptığınız son çalışmalarınız; Ekim ayında Contemporaray İstanbul’da, sonrasında da Kasım ayında Monaco’da ‘Maison de I’Amerigue Latine de Monaco’da sergilendi. Eserlerinizin konseptine verdiğiniz isim 4 D! Neden “4-D”?
Çünkü üçüncü boyuta ek olarak zaman faktörü de ekleniyor. Bu eserlerde Picasso, Monica Belluci ve Baykam’ın modellerinin yanında oturuyor olabiliyor veya Van Gogh, Dali veya Gauguin’e göndermeler, aynı görüntüde bir araya gelebiliyor. 9 - 10 katmanın birbiri üstüne oturtulduğu işlerden oluşan bir sergi. 4-D eserlerim, Ocak ayında bir aylığına Piramid Sanat’ta 1 Mart 2009’a kadar açık kalacak bir sergi ile tekrar İstanbullu sanatseverlerin önüne çıktı.
RÜYALARIMI KAYDETMİŞİM DE, BASKISINI ALIYORUM!
Nedir bu serginizin özelliği ve farkı öncekilerden?
Bu çalışmalar; tual, desen değil, kağıt, fotoğraf veya video değil, heykel değil, benzedikleri en yakın şey, ‘Rüyalar.’ Sanki rüyalarımı kaydetmişim de, sonradan birer baskı alıyorum! Bu dört boyutlar, adlandırılamayacak nitelikte, baş döndürücü birbiri üzerine eklenen derinliklerle rüya özelliğine sahipler.
Üç boyutlu çalışmaları biliyoruz. 4-D serginiz, bu anlamda sizin dördüncü boyuta geçtiğinizin habercisi o halde?
‘3 boyut’ kavramını burada heykeller gibi sırf uzamda dokunulabilecek eser diye bakmıyoruz. Derinlik kavramını iki yüzeye getiren ve lens teknolojisini sanata uyarlayan bir yaklaşım 3 boyutla 4. boyut olarak ise “zaman ekleniyor. Görenlere büyük bir keyif veren ve sanata yepyeni taze bir çehre katan bir yaklaşım. Dört boyut işler, böylece sağladıkları derinlik yanılsamaları dışında, değişik dönemlerdeki eserleri, yaklaşımları bir araya getirmeleriyle tam bir baş döndürücü heyecan yaratıyor. İnanın ben bu işlerin sanatçısı olmama rağmen, aynı izleyici keyfini de alıyorum.
Değişim, insanları değiştiren ve etkileyen bir olgu. Peki ya zaman faktörünün resimlere etkisi nedir? Bu, bariz bir şekilde hissedilir mi resimlerde genel olarak?
Dediğim gibi, bu işler de zaman faktörü, kullanılan teknolojisiyle birleşerek ortaya sanki bir masal dünyası yaratıyor. İzleyici büyülenmiş gibi bir hayal dünyasına dalıyor. Kullanılan imgeler kendisinde çok farklı hisler ve öznel hatıralar tetikleyebiliyor. Zaman bizi en çok çarpan olgu. Zaman makinesinde seyahat ediyor sanki bu resimlerin içine girenler.
Eserlerinizde favori temalarınız olan erotizm, İstanbul, sanat tarihi aracılığıyla popüler kültüre göndermeler yapmışsınız sanki.
Her sanatçının işlemeyi sevdiği temalar vardır. Benim yelpazem de oldukça geniş. Sanat tarihi, siyaset, İstanbul ve tabii erotizm. Popüler kültüre gönderme yapan öğeler, beni korkutmuyor.
“EROTİZM DAHA FAZLA İLGİ ÇEKİYOR!”
Mühim olan bunların nasıl kullanıldığı…
Aynen… Hangi sanatsal dil aralığıyla hangi bütünde yer aldıkları. Ben biliyorum ki, hangi imgeyi kullanırsam kullanayım, ne ’kitsch’e
düşerim ne de bayağılığa. İstanbul, zaten 11 yaşımdan beri oturduğum, üç yaşımdan beri geldiğim, rüya kentim. Beni şekillendiren, benim de artık bir ölçüde estetik değerlerini şekillendirdiğim, en çok koleksiyonerimin yaşadığı kent. Ben erotizmi de şehveti de, kızlarla olan o okyanusvari ilişkilerimi de İstanbul’da keşfettim, yaşadım, genetik yapıma geçirdim. Erotizmin içinde de, muhakkak İstanbul ve Türk erkeği zevkleri de var. Harem ruhu var, balık etli kadın tipolojisi belirli ölçülerde var, aşk var. Ama unutmayalım ki erotizm diğer konulardan daha fazla ilgi çekiyor. Yoksa resimlerimde, Atatürk, Che, Deniz Gezmiş de var, sanat tarihi de var.
Son on yıldaki ‘Saydam Katmanlar’, ‘Dişi Entrikalar’, ‘At Serisi’ ve ‘Lolitart(e)’ gibi sergilerinizin bir sentezi ile karşımıza çıkıyorsunuz bu kez. Yeni bir teknolojiyle ürettiğiniz bu eserler kariyerinizin özeti olma özelliği de taşıyor galiba.
Evet, 4-D’lerde, kökeni California günlerine kadar uzanan ama esas 1990’ların sonunda çok uyguladığım ‘Saydam Katmanlar’, 2000’li yılların başında yaptığım ‘Dişi Entrikalar’ serisinin dijital çift baskıları ve ‘At’ serisi ‘Lolitart(e)’ gibi çok uzun yıllara yayılan çalışmalar var. İstanbul ve New York’ta 2007’de sergilenen ‘Lolitart(e)’ serisi de bir nevi tüm kariyerimin özetiydi, ama 4-D serisi onu da içine alıp yutarak, bu özelliği güncelleyerek kendine mal etti. Bu resimlerde ayrıca tabii 1980’lerin sonlarından itibaren uyguladığım eski ünlü ustalara referans olan ‘Gerçek Sahteler’ serisi de var. Yani sanat tarihinin başyapıtlarını da benim kendi ikonografisinin içine girmiş oluyor ve onları özgürce kullanabiliyorum.
Bu sergideki her bir eserden üçer tane üretmişsiniz. Neden üçer tane…
4-D sergisinin bu ilk yapıtları için bu yöntemi seçmemizin nedeni şu: Bu herkesi heyecanlandıran önemli bir yeni çıkış. Aynı anda farklı kıtalarda, ülkelerde, kentlerde görülmeleri lazım. Bunu sağlayabilmek ve bu görsel devrimi aynı anda daha çok insanla paylaşmak için bu yöntemi seçtim. Birbirine eşit üç orijinal var. Ve böylece bu yapıtlar aynı anda dünyaya yayılabiliyor.
“RESİMLERİMİN FİYATLARINI BEŞ MİSLİNE ÇIKARDIĞIMDA BANA DELİ GÖZÜYLE BAKTILAR!”
Bir de bu eserlerinizin fiyatını çok yükseltmemişsiniz. Amacı neydi, fiyatları düşük tutmanızın?
4-D’lerin fiyatları, düşük de değildi, astronomik de değildi. 20 ve 60 bin $ arasında oynayan fiyatlar. Hem aslında bu ülkede yeni araba fiyatlarından başladığı için ucuz olmayan fiyatlar, hem de böylesine evrensel ve tarihi açıdan önemli bir çıkış için hiç de astronomik olmayan fiyatlar. Doğruyu söylemek gerekirse, fiyatlarım hep böyle olmuştur. Yüksek ama alınabilir fiyatlar. Türk çağdaş sanat ortamının fiyatlarını hep ben belirledim. Fiyatları 80’li yıllarda alışılanın beş misline çıkardığımda bana deli gözüyle baktılar. Baktılar ki satıyorum, herkes benden önceki kuşak dahil yavaş yavaş yada hızlı hızlı oralara çekti. Zaten her konuda öyle oldu. Kataloglu, basın bültenli sergiler, resimlerin dev ebadı, sanata siyaset ve erotizm sokmak, kolaj, multimedya, tüm bu devrimlerin yoğun şekilde sahibi olduğum için, şimşekleri hep üstüme çektim. Artık buna da alıştım. Kıskançlıklara bile bir yere kadar hoşgörüyle, sabırla bakıyorum
4-D eserleriniz, geçtiğimiz Kasım ayında Monaco’da sergilendi. Bu yıl İstanbul’da resim severlerle buluşacak, seneye de Berlin’de… Dünya’yla buluşuyor olmak, sizi mutlu edip, heyecanlanmaktan başka neler hissettiriyor, neler düşündürüyor?
Ben sergi açmaya başladığım 1963 yılından beri uluslararası bir sanatçıyım. Kendimi hatırladığımdan beri bu böyle ve ben Türkiye’nin bir sanat elçisiyim. Avrupa, Amerika, Uzak doğu, dünyanın her yerinde sergiler açtım ve açmaya devam ediyorum. Türk çağdaş sanatını dünyada temsil etmek, alışmadıkları bir alanda ‘Türkiye’ sesini duyurmak, her ne pahasına olursa olsun, benim için bir tutku.
Sergilerde bazı eserlerin önemini vurgulamak için; ‘Şu müzede sergilendi, şu koleksiyoner aldı’ gibi pekiştirmelerin yapılması ne kadar doğru ve ne kadar gerekli?
Sergiye katılan resimlerin ve o sanatçının profesyonel parkurunun sergi salonunda veya katalogda yer alması normaldir. Sanatçının geçmişini bilmek, izleyicinin hakkıdır. Ayrıca resim bir değerse, koleksiyoner adayının bu bilgileri edinme hakkı vardır. Tam tersine, bunları gizleyerek, bir sanatçının katalogunda veya basın bülteninde, “yurtiçi ve yurtdışı birçok kişisel ve karma sergiye katıldı, eserlerini birçok iç-dış koleksiyonda yer alıyor” gibi satırlar yazmak yanlıştır. Çünkü bunlar hiçbir anlama gelmez.
Az önceki soruyu şunun için sordum, insanın bir resim karşısında duygulanıp, hissedip, tuvaldekini anlayıp alması daha çok amacına ulaşmaz mı o tür bilgilendirmelerle resim almak yerine?
Sorunun yanıtında her ikisi de var. O bilgiler de çok önemli. Sanatçı hangi önemli yerlerde, hangi sergileri açmış, hangi önemli yazarlar, hakkında yazı yazmış vs… Sanatçının hangi resmi o koleksiyonerin nabzına, zevkine, duyularına, ne kadar hitap ediyor… Bu iki sorunun sentezinden doğuyor.
“İZLEYİCİYİ ‘ADAM YERİNE KOYAN’ İPUÇLARI BIRAKMAYI SEVİYORUM!”
Siz birçok kültürü ve sınıfı bir eserin önünde buluşturuyorsunuz. Bunun sırrı nedir? Çünkü kolay bir şey değil bu.
Bu söylediklerinizle hemfikirim. Çalışmalarımın hem sanat tarihi alanına, profesyonel sanat ortamına, hem de normal sanatsevere, hatta sokaktaki adama çok yakın ve hatta çekici geldiğini kabul ediyorum. Bu ‘öyle olsun’ diye özellikle uğraştığım bir konu değil. Ama sanata olan doğal yaklaşımım ortaya bu sonucu çıkartıyor. Galiba, izleyiciyi ‘adam yerine koyan’ ipuçları bırakmayı seviyorum. Ama tabii ki sanat tarihçiler veya sanatçılar daha derin keyif alabilecekleri izler buluyorlar. Ama bu resimler çocuklara bile çok hitap edebiliyor. Önem veriyorum her sınıf ve yaştan izleyicilerle olan diyaloga.
Şöyle bir dönüp baktığınızda, kariyerinizin size kazandırdıkları…
Kariyerim bana çoğu Türk’ün gözünde sevgi ve saygı kazandırdı. Ayrıca kimsenin aklına gelmeyen önemli bir gerçek, ekmek parası kazandırdı. Çünkü ben sanatımla hem geçiniyorum, hem ailemi ve asistanlarımı geçindiriyorum, hem de Piramid’i finanse edip, genç sanatçılara ve sanatçı adaylarına imkanlar sunmuş oluyorum.
Peki ya kariyerinizden size kalanlar…
Kariyerimden bana kalanlar ise; itibar, oğluma kalacağını umduğum dedesinden de gelen itibarlı, öncülük simgesi bir soyadı, sanatsal bir servet; bol yurtiçi, yurt dışı gezisi, samimi onca insanla sanat gibi ulvi ve sonsuz değerli bir konu etrafında buluşma onbinlerce kitap, uykusuz geceler ve yıllar kaldı. Emeksiz hiçbir yere erişemedim. Benim adıma kendiliğinden olup biten en küçük bir şey de hiç görmedim.
“İÇİNDEN GEÇTİĞİMİZ DÖNEMİN NABZINI SATIYORUM!”
Risk almayı seviyorsunuz anladığım kadarıyla. Sınırları ve riski zorlamak…
Risk almadan sanat nasıl ve niye yapılır ki… Türk sanat ortamını önce dışavurumculuğa çektim, piyasayla beraber geldi. Hem de benden önceki kuşakla beraber. Ardından siyasal ve multimedyayı sanata çektim. Orda da aynen bir takip yaşadım. Şimdi sıra 4-D lerde, yalnız burada maddesel olarak da her şey toptan değiştiği için, daha zor tabii. Dadaistlerin bir sözünü hatırlatacağım size: “aynen antibiyotikler ve bakterilerin ilişkisi gibi, sanat ortamı ne zaman getirdiğim bir yeniliğe alışsa veya bakıp takip etse hem yenisine geçiyorum ve o adacığa gelen kimi takipçiler, önlerinden geçip giden avangardizm trenine arkadan bakakalıyorlar. Yeni durağa vardıklarında ise benim başka yere bilet almış olmam lazım. Picasso ile rekabet zor bir hedef ve risksiz hiç bir şey olmaz. Olsa olsa, resim satıp geçinirsiniz ve dekor satarsınız. Halbuki ben sanat tarihi üretiyorum ve içinden geçtiğimiz dönemin nabzını satıyorum.
Resim ve yaşadığınız hayat paralel…
Evet… Yaptığım resim ve yaşadığım hayat, birbirine paralel. Kendi olduğum kişi gibi sanat üretiyorum. Bu nedenle resmime giren kadınlar, siyaset, mizah, sanat tarihi merakı, hayatıma da giriyor.
1987’de kaleme aldığınız, “2029’da geçerli olacak.” dediğiniz “Sanat Anayasası” adlı projenize değinmek istiyorum, Yayınlamayı düşündüğünüz tarih 2029 demiştiniz bana birkaç yıl önce. Hâlâ tarih aynı mı, değişti mi?
Sanat anayasamı 1987 yılının Haziran ayında yazdım. “2029 da da geçerli olacak” derken gerçekten de bunun doğru çıktığını görüyorum. Yolun tam yarısını geçtik bu yılla beraber. O manifesto okunduğunda orada yine devrimciliği risk faktörünü mizahı ve dil oyunları görülecek. İtiraf edebilirim, yazdığım en kısa ama en tarihi metinlerden biridir. Bakın öyle ilginç yerlerden karşıma geri çıktı: ki örneğin Güney Fransa’da Mougins’de ‘Cafe des Artistes’ isimli restoran, yıllarca bu metni mönü kağıdı yapıp, sonra da duvarına asmış. Adam bu yıl benimle tanışınca, tam bir şok yaşadı son Monaco sergimde. ‘Gerçeği’ ile tanıştığına inanamadı.
"DÜNYAYI İSTİYORUM!"
Bundan sonrası için yapmak istedikleriniz…
Dünyayı istiyorum. Ama inanın beni yolumdan çevirmeye çalışanlar arasında, kapalı kapılar ardına saklanan, gizli entrikalarla utanmadan Atatürkçülüğümü batı dünyasına suç gibi gösterip önümü kesmeye çalışan, iftiraları, dedikoduları ve her türlü yalan dolan ve çirkeflikle benimle uğraşan küçük insanlar var. Şaşırmıyorum, dünyanın kanunları da böyle, zirvedeyseniz bazı saldırılar doğal olabilir ego çekişmeleri yüzünden.
BAYKAL, İYİ NİYETLE KOCA BİR HATA YAPTI!
Gelelim gündeme… CHP’nin gerçekleştirdiği çarşaflı ve türbanlılara yapılan bu ‘açılım’ı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Çarşaf olayı, Baykal’ın iyi niyetle yaptığı bir koca hataydı. Merkez sağ gerici partilere benzemek için her şeyi yaptı. Sonuçta ne mi oldu? Yok oldular, bugün esameleri okunmuyor. Yüzde 50’den yüzde 5’e düştüler. Şimdi Baykal o umut peşinde. Peki, çarşaflı bir kadın gelince, CHP onlara ne diyecek? “Teşekkürler çok iyi bize oy verin, biz de kızınızı ne liseye ne üniversiteye, ne de devlet resmi dairelerine yollayalım mı, böyle geçinip gidelim” mi diyecek? Bu anlaşılan bir şey değil. Çarşafı kaldıran ve kılık kıyafet kanununu getiren partinin, Atatürk’lü yıllardan, sağcı partiler ağzıyla “tek parti dönemi” diye küçümseyerek söz etmesi beni yaraladı.
“ELEŞTİRİYORSAM, BUNUN BİR AĞIRLIĞI VAR!”
Birçok sanatçının aksine siz CHP'li olduğunuzu net olarak söylüyorsunuz.
Benim CHP’de özel konumlarım var. Birçok sanatçının aksine ben CHP’li olduğumu net olarak söylüyorum. İkincisi ben bu partide Genel Başkan adayı olmama rağmen, Baykal tarafından milletvekili adayı bile yapılmayan bir insan oldum. Buna rağmen her mitinge gittim, hep CHP’yi desteklemeye devam ettim. Bugün eleştiriyorsam, bunun bir ağırlığı var. Kişisel çıkar veya kızgınlık yok bu cümlelerde. Ben CHP’nin içine doğmuş, babası Dr. Suphi Baykam ve ‘fiili dedesi’ İsmet İnönü olan bir insanım. Necla Arat’la beraber yaptığımız bu ikazımızın ciddi bir uyarı işlevi var.
“GELEN OY KADAR OY KAÇAR!”
Çoğu kişinin aklında şimdi bu soru var. Çarşaflıların ve türbanlıların CHP’ye üye yapılması önümüzdeki seçimlerde CHP’nin oylarını arttırır mı, azaltır mı? Ne şekilde etkisini gösterir?
En iyi ihtimalle gelen oy kadar oy kaçar! Ama ben yine her şeye rağmen her yerde CHP’ye oy arayacağım. Yalnız bu seçmen kütükleri ile dürüst seçim şartları çok zor görünüyor. En önemli konu, 1993’te ‘Taban Operasyonu’ hareketimizden beri vurguladığım ‘Solda tek aday’ kaidesine uyulması.
“DENGELERİ BULMAK BAYKAL’IN SORUMLULUĞU!”
Aksi takdirde…
Aksi takdirde sonuç yine hüsran olur. İkinci adayı çıkaran her sol partiyi, halka ihanet eden bir kurum olarak görürüm. Bu dengeleri bulmak ise Baykal’ın sorumluluğu. 2003’te genel başkan adaylığım sırasındaki iddiamı tekrarlıyorum: CHP'nin çıtası %45’tir. Ben inandığım hedefi o gün koymuştum, bugün de bu geçerli!