Haberler

    Zeynep Bugay'dan Kınalıada'da geçen fantastik bir hikaye

    Güncelleme:
    Abone Ol

    Yazar Zeynep Bugay'ın kısa bir aradan sonra çıkardığı ikinci kitabı "Proti Adasının Esrarı" raflarda yerini aldı.

    Yazar Zeynep Bugay'ın kısa bir aradan sonra çıkardığı ikinci kitabı "Proti Adasının Esrarı" raflarda yerini aldı. İddialı fantastik seriler arasında yerini almaya hazırlanan 'Proti Adasının Esrarı' büyülü, sırlarla dolu farklı bir dünyaya yolculuk etmek isteyen okurlar için, yazarın yaşadığı Kınalıada'dan yola çıkarak, terkedilmiş bir kedinin; hayat yolunu, annesini ve kaybettiği sevgiyi arayan naif hikayesini bizlerle buluşturuyor.

    Artemis Yayınları'ndan çıkan ve heyecan dolu bir dünyanın kapılarını aralayacağınız romanın yazarı Zeynep Bugay ile ilham aldığı Kınalıada'yı ve kendi hayatının izdüşümünü kurguladığı fantastik hikayeyi konuştuk.

    İlk kitabınız "Sevgili Nasıl Bulunur"dan sonra, şimdi ikinci kitabınız "Proti Adasının Esrarı" ile karşımızdasınız… Neler anlattınız yeni kitabınızda?

    Annesi tarafından adada sokağa atılan bir kedinin gözünden çetin bir hayatta kalma mücadelesi ve annesine geri dönüş yolu arayışında adanın bilinmeyen ve gizemli bambaşka bir yüzüyle karşılaşması, yaşayacakları ve yapacağı seçimler üzerinden ruhunun, tüm yaşantısının ve hatta yola çıkış arzusunun bile tamamen değişeceği bir öykü kurguladım. Hikayenin kahramanı olan kedi (Mırmır) başına gelen her türlü olumsuzluğa, çekmek zorunda kaldığı fiziksel ve manevi yoksunluklara, yalnızlık acısına rağmen erdemli davranmayı tercih ederek kötüye tenezzül etmeyen, içinde bulunduğu karanlık tünelden gerçek sevgi ve güven arayışı uğrunda akılcıl seçimleri, gönlünü dikkatli dinleyen tarafı, vicdanı, merhameti ve cesaretiyle çıkmaya çalışırken, tüm insanların ortak duygusal ihtiyaçlarını bizlere hatırlatsın, hepimize bilinçli olarak iyiliği seçmenin, yeri gelince kendi arzu ve ihtiyaçlarımızdan feragat edebilmenin ne denli kıymetli meziyetler olduğunu düşündürtsün istedim. O tüm bunları parasız bir dünya olarak kurguladığım o ütopik adada, liyakat ve feragat unsurlarına sadık kalarak, üstünlük ya da eşitlik sıfatlarını belirleyecek geçerli akçenin gönül, iç ses ve sezgilere kulak vermek, "ben" olgusundan ziyade kolektifi hatırlamak ve hizmet etmekten, feragatten kaçınmayarak yapıldığını deneyimleyecek.

    "YOLA ÇIKARKEN AMACIM ÇOCUK KİTABI YAZMAKTI"

    Kınalıada'da geçen sokak hayvanlarıyla ilgili bir çocuk kitabı bulacağımı umuyordum ama siz fantastik bir mitolojik masal yazmışsınız! Uzun zamandır kurguladığınız bir masal mıydı bu?

    İlk kitabım komedi türündeydi ve seri olarak yazmayı tasarladığım bir öykü dizisiydi. Ancak mizah, hayatınızda cereyan eden olaylardan bağımsız olarak kaleme alabileceğiniz bir tür değil. Nitelikli gülmece unsurunu yazıya dökebilmek, anlattığınızda sıradan veya vasat olmamak istiyorsanız ki kim ister, tamperamanı çok yüksek bir kurguyu ve olumlu bir duygu durumunu devam ettirmenizi gerektiriyor. Kızımın doğumuyla birlikte özel hayatımda cereyan eden ciddi birtakım güçlüklerden ötürü ben o seriye ara verme gerekliliği duyumsadım. Çünkü duygularım annelik, yalnızlık, loğusalık gibi ciddi etmenler özelinde mizahtan çok uzağa doğru seyrediyordu. Yazının benim hayatımda ciddi bir sağaltım unsuru olması ve yazdıklarımla okuyucuya farklı bir bakış açısı sunarak, başka türlü düşündürerek hizmet ettiğime de inandığım için yazı yazmaktan tamamen kopamayacağımı biliyordum. Bu sebeple, uzun yıllardır farklı alanlarda eğitimlerini aldığım birtakım konuları harmanlayarak bambaşka bir alanda, var olanın gizli yüzlerini anlatabileceğim, farklı kapılar aralayıp, kendi sıkıntılarımı da bambaşka süzgeçlerden geçirebileceğim ve kendim için, okuyucu için bir umut ışığı oluşturabileceğim apayrı bir tarzda yazmak istedim. Yola çıkarken çocuk kitabı olabileceğine inandığım bu öykü kendi boyunu çok aşarak ve şayet seri benim tasavvur ettiğim şekilde yayınlanmaya devam ederse, gittikçe karanlıkla olan temas, mücadele ve çatışmasını artırarak çok geniş bir yaş aralığına konuşur hale geldi. Çok uzun yıllardır bunu yazmak istiyordum, tasarlamıştım diyemem ama alt yapısını oluşturan eğitimleri 2009 senesinden bu yana çok büyük bir zaman, özveri vererek alıyorum dersem ne denli bir uzun soluklu çaba olduğunu dört dörtlük ifade etmiş olurum sanırım…

    Arkaik bir Pers dili olan Avestaca'dan tanrı isimleri kullanıyorsunuz kitabınızda… Bu dile ve mitolojiye olan ilginiz nereden geliyor?

    Zerdüştlük, Mitraizm gibi konularda özel eğitimlerle bilgi ve yapısallıkları manasında donanımlandırıldım. Üzeri örtülmüş, unutulmuş o alanlardan birtakım unsurları gün ışığına çıkartıp, farklılaştırarak öyküye harmanlamanın çok keyifli olduğunu düşünüyorum.

    "İNSANOĞLU YILDIZ TOZUNDAN MÜTEŞEKKİL"

    Ana karakteriniz kedi Mırmır, Kraliçe'yi bulmak için harekete geçtiğinde fark etmeden Yeryüzü ve Gökyüzü'nü birbirine bağlıyor. Bunun anlamı nedir ve sizce bu sadece Ada'da mı mümkün?

    Gökyüzü ve yeryüzü sanılanın aksine birbirinden bağımsız değildir, tam da tersine birbirini ciddi şekilde etkilemektedir. Aksi söz konusu olsa Hermetikler "Yukarısı nasılsa aşağısı öyledir" diyerek yıldızların göksel konumlarının bizim hayatımıza çok net etki eden, seçim ve kaderlerimizi etkileyen ana unsurlar olduğunu vurgulamazlardı. Mırmır, özel ve eksepsiyonel bir görüşme yapmak için yeryüzüyle gökyüzünü belli bir ay fazında, bir ritüel dahilinde birbirine kenetliyor. Bunu yapmak mümkün müdür sorunuza gülümseyerek sadece şu yanıtı vermek istiyorum, insanoğlunun yıldız tozundan müteşekkil olduğunu varsaysak, ritüellere gerek olmadığı sonucuna varırız. Birey, tefekkür yoluyla gökyüzü ve kainata dair her türden unsurla irtibata geçebilir.

    Doğanın kendine özgü bir bilgeliği var, ancak Mırmır adanın esrarını çözmesi için bazen Mevlana'dan bazen de Nazım Hikmet'ten feyz alıyor. Bunları da Öğretmen Annesi'nden öğreniyor. Sizce doğanın insanlara ihtiyacı var mı? ya da şöyle sorayım, doğanın bilgeliği ve insanın bilgisi ne zaman, nasıl bir araya gelmeli?

    Sulak alanları, arkeolojik değerleri, ormanları rant uğruna talan eden, betonlaştıran, hayvanlara keyfine işkence eden, tecavüze maruz bırakan, doğrayan, katleden cani türden insanoğluna doğanın da hayvanın da ihtiyacı olduğunu düşünmüyorum. Dünyamız dişi unsuru temsil eder, Gaia olarak adlandırılır. Gaia da bizler gibi nefes almakta yani yaşamaktadır ve insanoğlu ne yazık ki üzerinde barındığı Gaia anayı yaralamaktan, bu açtığı yaraların da karşılıklılık prensibi dahilinde kendi yaşantısına benzeri yara bere ve noksanlıklar olarak döneceğinden inatla bihaber davranmaktadır. Doğanın kutsiyetine modern çağ paganlar kadar önem atfetmeyebilir ancak doğanın varoluş hakkı ve yollarına tecavüz etmek onun yavrusu olan bitki örtüsü, sular, hayvanlar gibi unsurları bile isteye örselemek hiçbir dönemin doğru görebileceği bir yaklaşım değildir. İnsanın doğaya saygı duyup, bu çiğliğine son vermesi gerekiyor. Bunun için Mırmır gibi donanımlı olmaya, özel alıntılar yapmaya da gerek yok. Yaratılmış her şeyin eşit olduğunu ve zarar vermeme prensibi üzerinden (ahimsa) yaşamak gerektiğini kanıksamak kafi.

    "BABAM BENİ YAZMAM KONUSUNDA ÇOK CESARETLENDİRDİ"

    Kitabınızı kedi gözüyle okuyoruz, ancak insan gözüyle okumak ve insan hayatına uyarlamak da mümkün. Sizin kendi hayatınızdan izler taşıyor mu hikaye? Mırmır ne kadar sizsiniz?

    Hiçbir üreti, yazarın hayatından tamamen bağımsız değildir o yüzden mutlaka ki kitabımda anlattığım öykü benim yaşantımda farklı zamanlarda cereyan etmiş bazı olaylardan izler taşıyordur. Ayrıca, öykünün geçtiği ada benim 40 senedir her yaz gidip, yılın 5 veya 6 ayına yakın bir süresini geçirdiğim bir yer. Bu bağlamda değerlendirirsek ada benim çocukluğum, masumiyetim, ergenliğim, hayallerim, hayal kırıklıklarım kısaca yaşantımın çok ciddi bir izdüşümünü ruhunda barındırıyor diyebiliriz. Mırmır da 2012 senesinde, kızım Lea'nın babasının bir kış günü adada aç biilaç bir vaziyette ekmek fırınının önünde bulup bana getirdiği Tekir İran kedimdir. Bugün adı Gofret olan Mırmır, benim gerçek aşkım diyebilirim. Beni sevmek isteyen herkes için ön koşulum adayı ve Gofret'i en az benim kadar sevmeleri...

    Babanız rahmetli Umur Bugay'ı anmadan olmaz… Sizin yazarlığınıza bakışı nasıldı? Neler öğrendiniz ondan?

    Bu öyküyü yazmam konusunda beni çok cesaretlendirdiğini ve her bir hikaye taslağını ara ara kendisine dil, kurgu babında değerlendirmesi için götürdüğümde dikkatle okuyup, beğeni ve takdir ifade ettiğini mutlulukla belirtmek istiyorum. Beni yazmaya devam etmem konusunda cesaretlendirdiği kadar, başarılı olacağıma inandığını dile getirdiği için de gönendirdiğini söyleyebilirim. Ne kadar serpilebilirim bilmiyorum bunu zaman ve benim göstereceğim çaba belirleyecektir ama onu utandırmak istemiyorum. Babam ve annemden nitelikli ve zengin bir Türkçe öğrendim. Dili hakim kullanabilen bir birey, duygu ve düşüncelerini farklı yollarla, akıcı ve yaratıcı şekilde ifade edebildiği için ben bu avantajı iyi kullanıyorum. Yazarlık hususunda babamdan kurgu yapmayı yani işin matematiğini öğrendim. Ayrıca, gözlem yapmaksızın, dilin güncel seyrine hakim olmaksızın ve dikkatle aktüaliteyi takip edip, çok öğrenip, çok analiz etmeksizin edersiz içerikler üretmeye mahkum kalınacağını da. Onun gibi bir kalemin yanından geçemem ama ondan öğrendiğim her şey için minnettarım.

    Kaynak: Hürriyet / Magazin

    Haberler

    Bakmadan Geçme

    1000
    Yazılan yorumlar hiçbir şekilde Haberler.com’un görüş ve düşüncelerini yansıtmamaktadır. Yorumlar, yazan kişiyi bağlayıcı niteliktedir.
    title