Brezilya ve bir futbol kültürünün doğuşu
*Bu yazı Tifos Blog tarafından uyarlanarak çevirilmiştir.
*Bu yazı Tifos Blog tarafından uyarlanarak çevirilmiştir.
Yazının orijinal hâlini okumak için tıklayınız.
19 Temmuz 1966’da, yalnız ve yorgun bir figür, soyunma odasında bir banka oturdu. Goodison Park, Everton Futbol Kulübü’nün evi, bir önceki Dünya Kupası’nın galibi Brezilya’nın arka arkaya aldığı mağlubiyetlere ev sahipliği yapmış ve devamında da Brezilya henüz grup aşamasında kupanın dışına itilmişti.
Babasına 1950 Dünya Kupası Finali’nden sonra verdiği Dünya Kupası’nı kazanma sözünü 1958’de yerine getirmesinin ardından Pele, yaralı ve ümitsiz bir vaziyetteydi. İlerleyen dakikalarda gazetecileri soyunma odasına çağıracak ve daha 26 yaşındayken, “Benden bu kadar. Bu beni Brezilya formasıyla son görüşünüz.” sözleriyle emekliliğini duyurarak herkesi şoka uğratacaktı.
David Winner’la yazdığı kitabında efsane oyuncu, olanların üzerine uzun bir süre düşündükten sonra verdiği kararın, daha doğrusu önemli herhangi bir kararın, yaşananlar daha sıcağı sıcağınayken sonuca bağlanmasının “düpedüz aptallık” olduğunu söylüyordu. “Ona biraz rahatlamasını ve bu kadar dramatik olmayı bırakmasını söylerdim! Ona yenilgilerden sonra işlerin asla göründüğü kadar kötü gitmediğini söylerdim. Ona biraz zorluğun hayatı yaşanmaya değer kılabildiğini ve kazanılan zaferlerin tadına daha iyi varılmasını sağladığını söylerdim.” Ona, herkesin “futbolun kralı” dediği adamın bile henüz futbolun en büyük dersini öğrenmemiş olduğunu söylerdi.
Perspektif harika bir şey olabilir, tarihin tozlu sayfalarını ve mükemmel olmayan bağlantılarını yeniden keşfetmek veya tarih ve hafızanın bölünmüş parçalarını anlatıcı bakış açısıyla yeniden birleştirmek gibi. Birbiriyle bağlantısız gözüken konuları nadir bir mükemmellikte birleştirmek her zaman çekicidir. Fakat her hikâyede olduğu gibi, hadi en baştan başlayalım.
İskoçya’ya uzanan kökler
İskoç Thomas Donohoe, Nisan 1984’te Brezilya’daki ilk resmi maçın organizasyonundan sorumluydu. Maç Rio’nun batı bölgesindeki Bangu’da, kendisi tarafından tasarlanmış bir sahada, her takımda beş kişi olacak şekilde oynandı. Yaklaşık aynı zamanda, bir genç İngiltere’deki eğitiminden sonra Brezilya kıyılarına iki futbol topu ve Hampshire Futbol Federasyonu kural kitapçığıyla birlikte dönüyordu. Charles William Miller, İskoç bir baba ve İngiltere kökenli Brezilyalı bir annenin çocuğu olarak Sao Paolo Kulübü’nün ve de Brezilya’nın ilk futbol liginin kurulmasına yardım edecekti. Lakin Brezilya’daki futbolun babası, yanında Avrupa-merkezli metodları da getirmişti.
Brezilya, 1950 Dünya Kupası’na ev sahipliği yapmaya seçildiği zaman takımlarının çekirdeğini siyahi oyuncular oluşturuyordu ve Brezilya’da sporu etnik ve ekonomik olarak çeşitli kılmanın verdiği bir memnuiyet duygusu vardı. Daha 1930 Dünya Kupası’nda oyuncular ülkelerini popüleritenin doruğuna çıkarmışlardı. Sonraki aşama ise kendi topraklarındaki bir taç giyme töreniydi...
Brezilya 1950
1946 Temmuz’unda Brezilya, ilgi çekmemesi sebebiyle iptal olması muhtemel Dünya Kupası'na ev sahipliği yapmak için seçildi. 1950, İkinci Dünya Savaşı'ndan sonraki ilk Dünya Kupası olacaktı. Aynı zamanda büyük ödülün ismi, turnuvanın sağ kalışı ve kupanın babası Jules Rimet'nin FIFA başkanlığındaki 25. yılı onuruna “Jules Rimet Kupası” olarak değiştirilmişti. FIFA'nın İtalyan Dr. Ottorino Barassi'yi -başkan yardımcısı- turnuva hazırlıklarına yardım etmek üzere Brezilya'ya göndermesi de duruma tam uyuyordu. Zira Barassi, ihtişamlı zafer tanrıçası figürünü savaş boyunca yatağının altında, bir ayakkabı kutusunda saklamıştı. Şimdi ise kupa, yeni sahibini bulmaya, Brezilya'ya gidiyordu.
Turnuva boyunca ev sahipleri mutlu sona ulaşanların kendileri olacağını düşündüren güçlü bir performans sergiledi ve sonunda finalde önceki yıl Copa America'da 5-1 yendikleri Uruguay ile eşleştiler. Maç, turnuvaya özel inşa edilen Rio’daki Maracana Stadyumu'nda oynanacaktı. Stadyum, 200,000 seyirci kapasitesiyle dünyanın en büyüklerinden biriydi. Ve stadyumdaki bu seyirciler için maç, yalnızca Brezilyalı gençler kutlamalarda altın kupayı kaldırmadan önce yapılması gereken bir formaliteydi.
Şampiyonluk ateşi ülke boyunca yayıldı: "Brasil Os Vencedores" (Şampiyon Brezilya) isimli bir marş yazıldı ve her mahallede samba çalgıcıları bu marşı seslendirmek için maçın son düdüğünü beklemeye başladı, O Mundo gazetesi takımın zaferini duyuran sayfalarını bastı, üzerinde oyuncuların isimlerinin kazılı olduğu altın madalyalar hazırlandı, Rio belediye başkanı ciddi ve abartılı bir konuşma yaptı, galibiyet sonrasında yapılacak geçit töreni planlandı ve futbolculara "Dünya Şampiyonlarına Özel" yapılmış altın saatler verildi.
Bu esnada Uruguay kaptanı ise takımın kaldığı otele mümkün olduğunca fazla gazete taşıdı ve takım arkadaşlarından bunların üzerlerine idrarlarını yapmalarını rica etti.
Filmin sonunda, "La Celeste"li (Uruguay Milli Futbol Takımı'nın lakabı, "Gök Maviler") Alcides Ghiggia sonucu belirleyen darbeyi vuran isim olacak, o maçın futbol tarihinde sonsuza dek "Maracanazo" (Maracana Faciası) olarak hatırlanmasına sebep olacaktı.
İlk olarak, 66. dakikada Ghiggia'nın ortasında topla buluşan Juan Alberto Schiaffino, Brezilyalı Friaça'nın ikinci yarının başında attığı gole karşılığı verecek, durumu 1-1'e getirecekti. Ancak ev sahipleri hala rahattı çünkü her takımın birbiriyle oynadığı dörtlü final sistemi dolayısıyla beraberlik, şampiyon olmalarına yetiyordu. Rahatlardı, ta ki maçın bitimine 11 dakika kalana kadar.
Ve işte o anda, Brezilya'nın kalbi durdu.
Birebir pozisyonda kaleci Moacir Barbosa'ya doğru koşmakta olan Ghiggia, Brezilyalı kaleci ile yakın direk arasındaki boşluğu fark etti. Ve Uruguaylı, tek dokunuşuyla bir anda bir milletin umut ve hayallerini yerle bir etti. Stadyumdan etrafa dağılan 200,000 insan, tüyler ürpertici bir sessizliğe bürünmüştü. Maçtan sonra dört ölüm kayıtlara geçti: Üç kalp krizi ve bir intihar.
Jules Rimet, sersemlemiş bir halde sahanın ortasındaydı. Kendi adını taşıyan kupayı göğsüne yakın tutuyordu. Cebinde, kazanacağını düşündüğü takım için hazırladığı konuşma vardı. "Ellerimde kupayla sahanın ortasında buldum kendimi, ne yapacağımı bilmez bir durumda. Sonunda Uruguay kaptanı Obdulio Varela'yı buldum ve kimse görmeden çabukça kupayı ona teslim ettim. Hiçbir şey demeden el sıkıştık."
Uruguay karşısında alınan mağlubiyet halkı yas ile birleştirmişse bile aynı zamanda zaten var olan sorunları büyütmüştü. O Brezilya takımından hiçbir oyuncu bugün hayatta olmasa da hepsinin -İsviçre 1958'den sonra bile- toplum tarafından suçlandığı, dışlandığı biliniyor. Zizinho her yıl mağlubiyetin yıldönümünde kendine neden kaybettiklerini soran telefonlar almış. Moacir Barbosa için durum daha da kötüydü. Bahtsız kalecinin bütün hayatı durduramadığı o iki gole indirgendi.
Brezilya, 1888'de köleliği kaldıran son ülke olmuştu ve bunun üzerinden yarım asırdan fazla geçmiş olsa da topluma derinden işlemiş, etrafına şiddetli sarsıntılar saçan bir ırkçılık gerçeği vardı. Barbosa, sırf cilt rengi sebebiyle günah keçisi seçildi. Toplum içinde parmaklar üzerine doğrultuluyordu ve takımın soyunma odasına girip güncel oyuncularla tanışmasına dahi izin verilmiyordu. Ölümünden önce söylediği meşhur sözünde Brezilya'da bir suçluya verilen en uzun cezadan yirmi yıl daha uzun hüküm giydiğini söyleyerek yakınmıştı.
16 Temmuz 1950, hala ülkenin kolektif hafızasındaki en büyük trajedi olarak kabul ediliyor. Ama aynı zamanda bir süper yıldızın doğuşuydu o gün. Dokuz yaşındaki Edson da maçı radyodan dinleyip üzüntüye boğulanlardan biriydi. O gece babası Dondinho'yu ilk kez ağlarken görmüştü. Ve ona bir söz verdi: "Bir gün senin için Dünya Kupası’nı kazanacağım."
Sekiz yıl sonra, Dondinho ve Brezilya’daki sayısız diğer insan, Dünya Kupası'nı kazanan milli takımlarının maç kayıtlarının ülkeye ulaşması için bekliyor olacaktı.
Brezilya, futbol, kültür, kimlik
"
İngilizler icat etti, Brezilyalılar mükemmelleştirdi.
"
O geceden ve sonrasında insanların yüreklerinin en derinlerinde yaşadığı yenilgi, acı, başarısızlık hislerinden etkilenen yalnız Pele değildi. O kuşağın her oyuncusu adeta konuşmayı, yürümeyi öğrenmeden önce Maracanazo'dan haberdarlardı; bu, insanların kanına işlemişti. Brezilya gibi eşitsizlik ve bölünmüşlüklerin olduğu, ırkçılık ve kölecilik ile uzun bir geçmişi olan bir ülke için futbol, günlük yaşamdaki ayrımlardan kaçış değeri taşıyordu.
"
Güya futbolun Brezilyalılığın muhteşem dışavurumu olması gerekiyordu. 1950'deki mağlubiyet ise toplumda dünyanın bir köşesindeki başarısız insanlar oldukları düşüncesini güçlendirdi.
"
Alex Bellos, Futebol
Gerçekten de kaderleri miydi bu? Ünlü Brezilyalı yazar ve şair Nelson Rodriguez, "Bizim kıyametimiz, Hiroşima'mız, 1950'deki Uruguay mağlubiyetiydi." cümlesiyle özetlemişti durumu.
Bu, sporu takip etmeyen ya da futbolun köklerinin yüzyıllar boyunca Brezilya'da ne kadar derinlere ulaştığını bilmeyen birine fazla dramatik gelebilir. Bu yenilgi, Rodriguez'in bahsettiği "melez kompleksi"nin bir parçası olan kimlik sorgulamasıyla karşı karşıya bırakacaktı onları.
Benim yaşlarımdaki futbolseverler için, Brezilya'yı "beş kez Dünya Şampiyonu Brezilya" olarak bilen futbolseverler için; Brezilya'nın ilk Dünya Kupası şampiyonluğunun 1958'de geldiği, uluslararası düzeyde bir şampiyonluğu uzunca yıllar beklemek zorunda kaldıkları kolayca akıldan çıkabiliyor. Fakat ortada modern futbolunkinden çok daha farklı bir manzara varken bunu yaptıklarında, daha önce kimsenin yapmadığı gibi yapmışlardı. Öyle ki karışık bir geçmişi olan O Jogo Bonito (Güzel Oyun) ifadesinin futbol için kullanılmasını sağlayan, ismini Thomas Edison'dan alan Baurulu, "Pele" lakaplı o çocuktan başkası değildi.
Bu takım, “ginga” kökenleriyle, gerçek bir haz ile oynuyordu.
16. yüzyılda birçok köle tütün ve şeker tarımında çalıştırılmak üzere Batı Afrika’dan Brezilya’ya getirilmişti. Çalışmaya gelseler de Brezilya’ya kattıkları bundan çok daha fazlasıydı. Kültürlerini ve dinlerini de okyanusun diğer ucuna taşıyarak yeni ülkelerinin geri dönülemez bir değişime girmesini sağladılar. Getirdikleri şeylerden biri de “capoeira” adındaki; dans, müzik ve biraz da cambazlık içeren dövüş sanatıydı. Angola ve Mozambik’ten gelen köleler tarafından Bahia’da geliştirilen bu sanat, zamanla şiddet uygulamak için kullanılan bir tür haline gelince 1890’da yasaklandı. Oysa Brezilyalılar çoktan bu dansın zarafetini ve estetik şiddetini, benimsedikleri sporun ruhuna işlemişlerdi. Gerektiği zaman kullanacaklardı, yani “La toque” gerektiğinde. Topa sadece vurmak yerine topu ayağınızla okşamalıydınız, sıradan bir futbolcuyla en iyileri ayırt eden unsur buydu.
Ginga; stil ve tempoyu ayarlamak adına müzik eşliğinde yapılan temel bir capoeira hareketidir. Hipnotize eder, canlıdır, yanıltıcıdır, zariftir ama bir o kadar da güçlüdür. Sonuç kadar sonuca giden yol da önemlidir. Bu felsefe uzun süre Brezilya futbolunu şekillendirdi. Bir yandan reklamcılar için işleri kolaylaştırırken diğer yandan taraftar olmayanlar için de çekici bir resim oluşturuyordu. Lakin 1950’deki faciadan sonra Brezilya günah keçisi olarak zarif oyun stillerini seçti ve Avrupai futbola geçiş yaptılar.
1950’de Brezilya futbolu tamamen değişti. Beyaz formalar yerini artık ikon haline gelmiş sarı-yeşil formalara, WM dizilişi (3-2-2-3) ise yerini savunmayı güçlendirmek adına 4-2-4’e dönüştü. Bu değişimler 58 ve 62’de kupayı getirecekti.
Maracana’da kaybolan zevk ve beceri temelli futbolu geri getirmek ise Pele ve Garrincha’ya düşecekti.
Çalıkuşu
Çalıkuşu dünyanın birçok yerinde farklı türlerine rastlayabileceğiniz küçük, kahverengi bir kuş. Brezilya’da en sık rastlanılan türlerinden biri ise şans getireceğine inanılan müzisyen çalıkuşu. Hatta müzisyen çalıkuşu ötmeye başladığında, diğer kuşların onun güzel ama bir o kadar da karmaşık şarkısını dinlemek için sustuğu söylenir.
Manuel Francisco dos Santos, 1933’te Rio’nun Pau Grande köyünde dünyaya geldiğinde ailesi pek de şanslı hissetmiyordu. Atalarında, Fulnio kabilesinde yaygın rastlanan omurga bozukluğu ve bacak eğriliği oğullarına da geçmişti. Alex Bellos, Futebol kitabında bu durumu şöyle anlatacaktı: “Sanki bir rüzgâr bacaklarını dışarı doğru aşındırmış gibi. Bırakın koşmayı kimse onun yürümesini bile beklemiyordu. Hele bir topla… Asla.”
Garrincha ismini kız kardeşi Rosa takmıştı. Kuzeydoğuda çalıkuşuna böyle diyorlardı. İlginç olan, Garrincha’nın 18 yaşına kadar hiç profesyonel futbol oynamamış olmasıydı. Yeteneğine rağmen sporla geçen bir hayata ilgisi yoktu.
16 Temmuz akşamı, ülkesi bir travma yaşarken 16 yaşındaki Garrincha balık tutuyordu.
İsveç 1958
Mane Garrincha geç başladığı futbol kariyerinde ülkesi adına çok önemli bir oyuncu olacaktı. O sıralar İtalya’da oynayan Julinho, milli takımdaki yerini Brezilya’da oynayan bir meslektaşına bırakmayı uygun görünce Garrincha ilk kez denemelere çağrıldı.
15 Haziran 1958’de iki Dünya Kupası boyunca devam edecek bir rekor da başlamış oldu. Brezilya, Sovyetler Birliği’ni 2-0 yenerken Pele de Dünya Kupası’ndaki ilk maçını oynuyordu. O maçtan sonraki sekiz yıl boyunca Garrincha ve Pele’nin sahada olduğu 40 maçı da Brezilya namağlup tamamladı. Birbirlerinin oyununu yakından tanımaları, bireysel kalitelerinden çok daha önemliydi.
"
İkimizin de kökenlerimiz sebebiyle hafife alınması, bizi birleştiren bağ olacaktı; takım doktorlarının en çok kuşku duyduğu iki oyuncu, iki taşralı...
"
Brezilya Haziran ayının sonunda kupayı kazanırken sahada ‘samba şölenini’ daha iyi yansıtacak elçiler bulamazdı. O gün Pele sadece 17 yıl 249 günlükken attığı golle bir Dünya Kupası Finali’nde gol atan en genç oyuncu olmuştu.
İsveç kalesine doğru koşarken Pele topu istedi. Nilton Santos sahanın öbür tarafından topu yolladı, Pele göğsüyle kontrol etti, sekmesini bekledi ve rakibinin üzerinden topu geçirerek gole giden çalımını attı. Pele’nin deyişiyle, saf mahalle futbolu.
"
İşler ilerleyen yıllarda daha da karmaşıklaşacaktı. Hiçbir şey 1958’deki kadar basit olmayacaktı.
"
Pele
Garrincha’nın Dünya Kupası
Şili 1962 Pele-Garrincha ortaklığının zirvesi olmalıydı. Pele grup maçlarında sakatlanamasa… İş arık çalıkuşuna düşmüştü. Şarkısını tüm dünyaya duyurmanın zamanı gelip çatmıştı.
Garrincha her zaman heyecan verici bir dripling oyuncusuydu. İki ayağına da hâkim, patlayıcı koşular yapabilen ve bacaklarıyla dikkat çeken bir oyuncuydu. Milletinin ona ihtiyacı olduğu maçlarda da sahneye çıkacak ve sorumluluğu üstlenecekti. Özellikle de İngiltere ve Şili’ye ikişer gol attığı maçlarda. Finalde oynaması bile başlı başına bir mucizeydi. Şili maçında aldığı cezadan sonra Çekoslovakya’ya karşı oynamaması gereken Garrincha’nın sahaya çıkmasına FIFA tarafından izin verilmişti. Pau Grandelinin bu gencin herkesi etkilediği ortadaydı. Maçı yüksek ateşle çıktığından dolayı tam kapasitesinde oynayamasa da Brezilya kupayı kazanacak, Garrincha da turnuvanın oyuncusu seçilecekti.
Dizginsiz, neşeli, dost canlısı… Garrincha bu özelliklerinden dolayı “Halkın Neşesi” olarak anılıyordu… Damarlarında ne kadar cachaca akarsa aksın. Tek düşündüğü şey futboldu, detaylar umurunda değildi. 1958’de takım arkadaşları kutlamalar sırasında onun etrafını sardığında o hala her takımla 2 maç yapacaklarını sanıyordu. Lig sistemindeki bir Dünya Kupası... 1962’de hem oyunundaki mahalle esintilerini hem de taraftarlarının mutluluğunu arttırdı. Hayata ve bu güzel oyuna karşı çocuksu bir masumiyeti vardı. Maalesef, aynı babası gibi onun da yaşamı kısa sürdü.
İngiltere 1966
1964 yılında Brezilya ordusunun darbesiyle birlikte yönetime tekrardan muhafazakâr bir diktatör geldi. Takım İngiltere’ye hazırlanırken büyük bir baskı altındaydı. Yeni hükümet ülkede yaşananları örtbas etmek adına futbolu kullanmak istiyordu. Sonuç ise kaotik bir hazırlık dönemi ve Pele’nin tabiriyle “birbirinden alakasız bireylerden oluşan bir takım” olacaktı.
12 Temmuz 1966’da Pele ve Garrincha birer gol atarak takımlarını Bulgaristan karşısında galibiyete taşıdı. Kimse beklemese de, bu onların beraber oynadığı son maç olacaktı. Pele’ye yapılan fauller bir sonraki maça çıkmasını imkânsız hale getirmişti, Brezilya’nın Macaristan’a 3-1 kaybettiği maça. Bahsi geçen maç aynı zamanda Garrincha’nın son maçı olacaktı. Portekiz’le oynanan maçta ise turnuva boyunca zaten yarı sakat oynayan Pele diz bağlarında yırtılma yaşadı. Yine de bu onun için turnuvanın sonu anlamına gelmiyordu. Çünkü o zamanlar oyuncu değişikliği sadece kaleciler için geçerliydi.
Goodison Park’ın soyunma odasında oturan, bir dizi sakat futbol kralına göre oyun “bir sanat değil, bir savaş” olmuştu. Kralın, istemediği bir savaş alanında daha fazla vakit geçirmek gibi bir niyeti yoktu. Milli takımdan emekli olacaktı. Fakat 1970 Meksika’ya bakarak söyleyebiliriz ki, hiçbir yere gittiği yoktu.