Haberler

Derbederi kaybettik

Çiğdem Sidar Ceylan

Çiğdem Sidar Ceylan

03.01.2025 10:53

Gerek sanat gerekse de halk müziğimizin üstüne giydirilen Arap müziği ve ezgilerinden neşet eden ve hitap ettiği alttakilerce, çokça benimsenen bir müzik türü arabesk.

Ekonomik, sosyal ve 90'larda siyasal hareketliliğin, toplumu zorladığı göçlerle ne köylü ne de şehirli olarak tanımlanamayan halkın kendini bulduğu, çilesini, aşkını, yoksunluğunu, derdinin her türlüsünü yani acıya katık olmuş hikâyesini bağırdığı bir müzik.

Öyle ki sosyal anlamda, alta dönüp bakmayan üsttekilerin, acısına öykünüp altlara kulak kesildiği ama üstlerdeki konforuna meze ettiği, yüzbinlerin yaşam melodisi.

Cumhuriyetle beraber devlet ve tüm aygıtları, toplumu, sözüm ona muasır medeniyetler seviyesine çıkarmak için yüzünü batıya dönse de toplum hiçbir zaman gerek sahip olduğu dini değerlerle olsun gerekse de kültür aşinalığıyla olsun batıyı içine sindirememiş ve yüzünü doğudan batıya çevirmemiştir.

Bunun en güzel delili de on yıllar boyunca yapılan reklam ve yoğun propagandaya rağmen, klasik batı müziği ve Arabesk müziğin eline su dökemedi. Hatta öyle ki şirin görünmek adına Klasik Batı Müziğinin Arap müziğinin enstrümanları ve formuyla yapılan versiyonları bile tutmadı.

O da yetmedi 'anne karnındaki çocuğa klasik batı müziği dinletin, zeka seviyesini yükseltir' bile dediler. Ama her yeri geldiğinde Şanlıurfa'da düzenlenen klasik batı müziği dinletisiyle ilgili, hep aynı espri yapıldı: Urfa Urfa olalı, böyle eziyet görmedi.

Cumhuriyetin ilk dönemlerinde, 1930 ve 1950 yılları arasında, Türk Sineması'nın beslendiği ve benzerlerini yapmaya çalıştığı 200'e yakın Mısır filminin, sinemalarda gösterilmesi de halkın kulağını arabesk müziğe alıştırmış ve arabeske alan açmıştı.

Açılan o alanda, yıllar sonra biri Urfa'da diğeri Adana'da bir diğeri de Samsun'da dünyaya gelen üç isim, içerisine doğdukları arabesk motiflerle büyüyecek, arabesk müziğin en temel üç temsilcisi olacaktı.

Çünkü bu milletin yaşadığı ve mırıldandığı ne Mozart ne Vivaldi ne de Paganini'ydi. Müslüm Gürses'ti, Ferdi Tayfur'du ve Orhan Gencebay'dı. Arabesk müzik deyince akla hep aynı üç isim geliyordu.

Hatta öyle ki fanatikleri ya da hayranları deyin, bu üç isimde ayrışıyor, bir üst kimlik olarak; Müslümcü, Ferdici ve Orhancı diye ayrışıyordu.

Bu ayrım ne politik, ne siyasal, ne etnik ne de dinsel bir ayrımdı. Ama üç grup arasındaki farklılık, demin dillendirdiğim her bir aidiyet kadar kişiyi, hayata bakış açısı, sosyal duruşu ve psikolojisiyle ortak bir profilde buluşturuyordu.

Kimi zaman her biri sahnedeki yerini kaybetmemek adına farklı tarzlar deneyip, çizgisinden saptıysa da, Müslüm caza, Orhan sanat müziğine ve Ferdi popa meylettiyse de, hiçbir zaman arabesk klasiğindeki damar müzik kadar karşılığını bulamadılar. En çok eskileriyle, en diplerdeki damar kıvamında sevildiler.

Müslüm'den sonra, Ferdi'yi de kaybettik. Bakmayın insanların sosyal ağlarında bolca paylaştıkları Ferdi şarkılarına, aslında birçoğu çoktan kulağını kapadı Ferdi'ye mi değil Arabeske mi o da değil müziğin bütününe. Artık kimsenin ne evinde ne de elinin altında ne bir müzik seti ne de walkman kaldı.

Müziğe döndüğümüz gün Ferdi'ye de Müslüm'e de döneriz yine. Müzik tarihimizde, arabesk müziğimizin en temel taşlarına da döneriz.

Arabeskin ağlayan, ağlarken gülümseyen acısıydı Ferdi. Uğurlar olsun.

title