Haberler

Özgürlüğün kamusal nefesi ve distopya'nın gölgesi

Erinç Büyükaşık

Erinç Büyükaşık

Papirüs Programı Sunucu Yazar Editör
30.01.2025 07:04

"Kimse özgür değil, hatta kuşlar bile kafese kapatılmış." - Fahrenheit 451, Ray Bradbury

Boğuluyoruz. Nefes alamıyoruz. Sanki görünmez bir el, boğazımızı sıkıyor, nefesimizi kesiyor. Düşüncelerimiz kafamızın içinde hapsolmuş, çığlık çığlığa özgürlük istiyor. Bu görünmez el, sadece bir metafor değil, bizzat yaşadığımız gerçekliğin ta kendisi: "Otoriter Akıl" adlı, sinsi ve kurnaz bir canavar. Bu canavar, hiyerarşiye, itaate ve tekdüzeliğe o kadar tapıyor ki, eleştiri ve farklılık gördüğü yerde kuduruyor. Kamusal alan, nefes alabildiğimiz, sesimizi duyurabildiğimiz, birbirimizle etkileşimde bulunabildiğimiz ortak bir mekân olması gerekirken, bu canavarın gölgesinde boğucu bir hapishaneye, hatta bir distopyaya dönüşüyor. Düşüncelerimiz, fikirlerimiz, hayallerimiz, bu distopyanın yüksek duvarları arasında çürüyüp gidiyor. Tıpkı 1984'teki Winston gibi, "Özgürlük, iki kere iki dört diyebilmektir," diye fısıldıyoruz. Ama söyleyemiyoruz. Çünkü Büyük Birader'in her yerde gözü var. Her hareketiniz izleniyor, her sözünüz kaydediliyor, her düşünceniz denetleniyor. Ne harika bir dünya, değil mi? Düşünmekten, sorgulamaktan, farklı olmaktan korkuyoruz. Ne de olsa, "uyum sağlamak" varken kim zahmet edip düşünür ki?

Otoriter akıl, bu distopyayı inşa ediyor. Toplumu tek tipleştirmek, bireyleri "standartlaştırmak" ve "itaatkarlaştırmak" için amansız bir savaş veriyor. Tek bir doğru, tek bir gerçek, tek bir yaşam biçimi dayatıyor. Farklı olanı, aykırı olanı, "sistemin dişlileri arasına uymayanı" dışlıyor, susturuyor, yok ediyor. Bireyselliği eziyor, özgünlüğü katlediyor, toplumsal gelişmeyi felç ediyor. Aile içinde, okulda, sokakta, medyada, her yerde karşımıza çıkıyor. Bizi itaatkar, edilgen ve düşüncesiz bireyler haline getirmeye çalışıyor. Tıpkı Cesur Yeni Dünya'daki insanlar gibi, "Soma" hapını yutup mutluluğun sahte cennetine hapsolmamızı, gerçeklerden kopuk, sorgulamayan, eleştirmeyen bir yaşam sürmemizi istiyor. Bu sahte cennette, acılar, kayıplar, hayal kırıklıkları, kısacası insan olmanın tüm gerçekliği yok sayılıyor. Ne de olsa, "mutluluk" varken kim gerçeklerle uğraşmak ister ki?

Ve biz, bu ruhsuz distopyada, insanlığımızı kaybediyoruz. Ama endişelenmeyin, "sistem" bizim için her şeyi düşünüyor!

Peki, bu dayatılan sahteliğe, bu köreltilen insanlığa karşı ne yapacağız? Susup teslim mi olacağız? Yoksa içimizdeki o sönmeyen ateşi, özgürlük tutkusunu harlayıp distopyanın duvarlarını yıkmaya mı çalışacağız? Yoksa "sistemin" bize sunduğu bu "konforlu" köleliği kabul mü edeceğiz?

Tarih boyunca, otoriter aklın baskısına boyun eğmeyen, özgürlüğün kamusal nefesini savunan nice kahraman, nice düşünür, nice yazar çıktı. Sokrates, "Sorgulanmamış bir hayat yaşamaya değmez," diyerek bedelini hayatıyla ödediği düşünce özgürlüğünün önemini vurguladı. John Stuart Mill, Özgürlük Üzerine adlı eserinde, "Bireysellik, insan gelişiminin olmazsa olmaz koşuludur," diyerek bireyin özgünlüğünü savundu. Hannah Arendt, Totalitarizmin Kaynaklarıadlı eserinde, totaliter rejimlerin insan doğasını nasıl yok ettiğini, bireyleri nasıl "koyunlaştırdığını" çarpıcı bir şekilde analiz etti. Foucault, Hapishanenin Doğuşu adlı eserinde, "İktidar her yerdedir," diyerek, otoritenin görünmez ağlarının günlük yaşamın her alanına nasıl yayıldığını gösterdi. Sartre ise "özgürlüğe mahkûmuz" diyerek, bireyin kendi seçimleriyle varoluşunu şekillendirme gücüne sahip olduğunu ve bu özgürlüğün sorumluluğunu taşıması gerektiğini vurguladı. Foucault'nun cezaevi metaforuyla baktığımızda ise, toplumun bir "panoptikon"a dönüştüğünü, her an gözetlendiğimizi ve denetlendiğimizi görebiliriz. Bu durum, bireylerin özgür iradelerini kullanmalarını ve kendi gerçekliklerini oluşturmalarını engeller. Tabii ki, "sistem" ne derse o olur!

Edebiyat da bu mücadelenin önemli bir cephesi. Yazarlar, kalemleriyle otoriter aklın maskesini düşürüyor, distopyanın karanlığına ışık tutuyor. Edebiyat tarihinde birçok yazar, farklı eserlerinde özgürlük arayışını ve otoriteye karşı direnişi ele almıştır. George Orwell, 1984 romanında totaliter rejimin gözetim ve kontrol mekanizmalarını eleştirerek düşüncenin özgürlüğünü savunmuştur. Aldous Huxley, Cesur Yeni Dünya romanında teknolojinin ve tüketim kültürünün bireyleri nasıl manipüle ettiğini, uyuşturduğunu, insanlıktan çıkarıp "mutlu kölelere" dönüştürdüğünü göstermiştir. Ray Bradbury, Fahrenheit 451 romanında kitapların yakıldığı, bilginin yok edildiği bir dünyayı tasvir ederek, düşünce özgürlüğünün ve bilginin önemini vurgulamıştır.

Kafka, Dava romanında Joseph K.'nın anlamsız bürokrasi ve adaletsizlikle mücadelesini anlatarak sistemin insanı nasıl ezen bir yapıya bürünebileceğini, bireyin varoluşunu nasıl anlamsızlaştırabileceğini gözler önüne sermiştir. Kundera, Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği romanında, Tereza ve Tomas'ın aşkları üzerinden bireyin toplumsal ve siyasi baskı altında özgürlük ve kimlik arayışını sorgulamıştır. Shakespeare, Hamlet oyununda "Olmak ya da olmamak, işte bütün mesele bu!" sözleriyle bireyin varoluşsal sorgulamasını ve özgür iradesini ortaya koymuştur. Dostoyevski ise Karamazov Kardeşler romanında insanın iç dünyasındaki çatışmaları ve özgürlük arayışını derinlemesine incelemiştir.

Margaret Atwood, Damızlık Kızın Öyküsü romanında, kadınların toplumsal hayattan dışlandığı, üreme araçlarına indirgendiği bir distopyayı anlatarak ataerkil düzenin tehlikelerine dikkat çekmiştir. Suzanne Collins, Açlık Oyunları serisinde, totaliter bir rejimin gençleri ölümüne savaşmaya zorladığı bir distopyayı ele alarak, güç ve kontrol mekanizmalarını eleştirmiştir.

Distopyanın karanlığına teslim olmamak, özgürlüğün kamusal nefesini korumak için ne yapabiliriz? Nasıl Winston gibi "Aşk Büyük Birader'e karşı zaferdir!" diye haykırabiliriz? Nasıl John gibi "vahşi" doğaya kaçıp kendimizi bulabiliriz? Nasıl Katniss gibi diktatörlüğe karşı okumuzu çekebiliriz?

Belki de cevap, kendi içimizde gizlidir. Distopyanın karanlığına ışık tutmak, özgürlüğün sesini duyurmak için öncelikle kendi zihnimizi özgürleştirmeliyiz. Eleştirel düşünceyi geliştirmek, sorgulamak, araştırmak, farklı perspektiflerden bakabilmek ve kendi düşüncelerimizi oluşturmak bu mücadelenin temelini oluşturuyor. Turgut Uyar'ın dediği gibi, "Düşünmek bir başkaldırıdır" ve otoriter akla karşı kullanabileceğimiz en güçlü silahlardan biridir.

Bu bağlamda distopyanın karanlığında kaybolmamak için, birbirimize tutunmalıyız. Yalnız ve izole bireyler olarak değil, bir orman gibi birbirimizi besleyen, destekleyen ve koruyan bir topluluk olarak. Farklılıklarımızın bizleri bölmesine değil, zenginleştirmesine izin vermeliyiz. Nazım Hikmet'in de söylediği gibi, "Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine" olmalı. Bu kardeşlik ormanında, sanat ve edebiyat bize yol gösterebilir. Yazarların, şairlerin, müzisyenlerin yarattığı dünyalarda kaybolabilir, onların özgürlük arayışlarına ortak olabiliriz. Edip Cansever'in şiirlerinde söylediği gibi, "Her şey birdenbire olur, bir bakarsın her şey değişmiş." Sanatın dönüştürücü gücü, bize yeni umutlar ve olasılıklar sunabilir, hayal gücümüzü ve direnişimizi besleyebilir.

Özgürlük, bir armağandan çok bir mücadeledir. Otoriter aklın, distopyanın her zaman tetikte olduğunu, her an saldırmaya hazır olduğunu unutmayacağız. Ama biz de yılmayacağız. Düşünmeye, sorgulamaya, direnmeye devam edeceğiz.

title