Haberler

Narin ve bizim "kırmızı pazartesi”miz

Erinç Büyükaşık

Erinç Büyükaşık

Papirüs Programı Sunucu Yazar Editör
09.09.2024 03:24

"Bugün burada musallada yatan bizim vicdanımızdır, insanlığımızdır."

Bir çocuğun bedeni bir çuvala sığdırıldığında insanlık ne kadar küçülür? Diyarbakır'ın Tavşantepe Mahallesi'nde Narin'in küçük bedeni taşlarla örtülmüş bir dere kenarına bırakıldığında yalnızca bir çocuğun değil koca bir toplumun vicdanı da boğulmadı mı? Evet, Narin bir ülkenin sessizliği içinde kayboldu. Tıpkı Gabriel García Márquez'in Kırmızı Pazartesi'sinde Santiago Nasar'ın ölümüne doğru yürüdüğü gibi Narin de ailesinin ve ülkesinin gözleri önünde sessizliğin soğuk ellerine teslim edildi.

"Kendi kanında yürüdü. Bağırsağını tutarak içeri girdi ve son sözünü söyledi: 'Beni öldürdüler, Wene Hala.'" (Kırmızı Pazartesi, s. 107). Nasar'ın bu insanın içini acıtan sözü Narin'in sessiz çığlığında yankı buluyor bugünlerde. Narin'in katledilişi insanlığın o derin karanlık köşesine ayna tutuyor: Bir çocuğun, ülkenin gözleri önünde öldürülüşü, küçük bir gövdenin de bir toplumun vicdanına gömülüşü söz ettiğimiz.

Tartışmalı bir kavram olan "kutsal aile" şöyle buyurur: Aile korur, kollar, sarar çocuklarını. Peki Narin'i kim koruyup kolladı sahiden? Ama Narin'in küçük bedeni ailesinin elleriyle bir çuvala konulurken koca bir ülke izledi. Haber kanallarında gezinirken ona üzüldük toplu bir ayin misali. Ama kimse dur demedi, kimse elini uzatmadı küçücük kıza. Tıpkı Kırmızı Pazartesi'de herkesin Nasar'ın öldürüleceğini bildiği ama kimsenin kılını kıpırdatmadığında okur olarak yaşadığımız dehşet ve kathersis gibi. Sonra hikayelerimizde çocukların, kadınların ölüme terk edilişini izler olduk ekranlardan. İçten içe öfkelendik, çığlık attık hatta. Sesimiz odalar yitip gidiverdi çoğunlukla. Suskunluğumuz içinde izlemeye alışıktık zaten ekrandaki vahşetlerimizi. Şimdi aynı soru yeniden canlanıveriyor zihnimizde. Sıklıkla sormaya başladığımız bir soru bu aslında.

Bir ülke susarsa bir çocuğun kaderi nasıl olur da değişebilir bu topraklarda?

"Kızlar evlenmek için oğlanlar erkek adam olmak için büyütülmüştü." (Kırmızı Pazartesi, s. 34).

Toplumsal değerler, ahlâk, koca koca namus lafazanlığı... Kavramlar bunalımımızda çocukları korumak yerine yok ediyor topraklar bugün. Aile ve ülke güvenli bir liman olmaktan çoktan çıkıp ölümün sessiz tanığı haline geldiğinde ahlâk üzerine ahkamların ne kıymeti kalıyor sahiden.

Márquez Kırmızı Pazartesi'nde bir cinayeti anlatır ama öylesine, üçüncü sayfa haberi cinsinden bir cinayet değildir söz edilen. Koca bir toplumun ahlâk maskesi altında sakladığı ikiyüzlülüğün bir tezahürüdür karşımıza çıkan. Santiago Nasar Angela Vicario'nun bekaretini bozmakla suçlanır fakat ne suçun gerçekliği ispatlanır ne de Nasar'ın savunması dinlenir. Ahlâk adına işlenen bu cinayet aslında toplumsal bir komplodur. Narin'in ölümü de başka türlü bir ahlâk cinayeti bu nedenle. Çocuk istismarının toplumsal çürümenin çarpıcı bir yansıması olduğunun farkında mıyız bugün? Çocukların korunmadığı, aksine her geçen gün daha fazla istismar edildiği bir coğrafyada ülkenin sessizliği de ürkütücü geliyor elbette. Bir ülke küçük Narin'i sessizliğiyle katlederken ahlâk maskesi de bir kez daha paramparça oluyor gözümüzde.

Aile ve toplum adaletin ve vicdanın değil çıkarların ve korkunun bir oyun sahasına dönüştü bugün. Narin'in katili yalnızca amcası değil; onu koruyacak tek bir kelamı, sözü maalesef olmayan, ondan bir kelimeyi dahi esirgeyen bir ülke, koca bir köydür bugün. Oysa susmak suç işlemektir. Anlıyoruz ki Narin'in ölümünde bir ülkenin suskunluğu aslında hepimizin içine düştüğü derin uçurumu anlatıyor tüm acımasızlığıyla. Ülkede, köylerde, kentlerde ölen kızlar, kadınlar, çocukların ölmeden önceki "yardım" çığlıklarını işitiyoruz düştüğümüz o uçurumda.

Narin'in ölümü yalnızca bir çocuğun kayboluşu değil, aile dediğimiz kutsal yapının karanlık köşelerini de açığa çıkarıyor. Aile artık güvenli bir liman değil çocuklar ve kadınlar için, hatta belki de koca bir yarı açık cezaevine dönüşüyor bu coğrafyada. Narin'i o çuvala koyan el de yalnızca bir bireyin değil toplumun sessizliğindeki korkunun eli aynı zamanda. Kırmızı Pazartesi'nin satır aralarında saklanan trajedi bu sefer Narin'in hikayesinde can buluyor: Aile koruyan değil; yok eden, seven değil susan bir metabolizmaya dönüşürken geriye kalan yalnızca ölüm ve ağıtlar bugün.

Santiago Nasar'ın trajedisi gibi Narin'in hikayesi de gözlerimizin önünde yaşanıyor. Televizyonlardan gün be gün, an be an izliyoruz her şeyi. Herkes biliyordu ama kimse dur diyemedi. Üç maymun oyununda hayli yetenekliyizdir zaten. Ahlâki değerler ve aile; hepsi bir çocuğun ölümüne suskun kaldı. Kırmızı Pazartesi'nin derin alt metninde yatan tüm toplumsal, kültürel çelişkiler de küçük Narin'in ölümüyle gün yüzüne çıkıverdi yeniden. Şimdi fark ediyoruz; her birimiz bir çocuğu daha "korumak" ve "yaşatmak" yerine onun yok oluşunu izlemeyi yeğledik on dokuz gün boyunca.

Santiago Nasar'ın ölümünde olduğu gibi Narin'in ölümünü de kaçınılmaz bir trajik son olarak görmeyi yeğliyoruz çoğunlukla. Alışmak da suç ortaklığı halbuki. Koca bir köy susmayı seçmişti bu harala gürele için. Gürültülü bir sessizlik en büyük ihanetti oysaki. Bir çocuk öldürüldüğünde sadece katilin değil susanların da elleri kirlenirdi sonuçta. Márquez'in romanında da olduğu gibi trajediyi kaçınılmaz yapan şey de bu kalabalık sessizliğimizdi zaten.

"Kendi ölümümü ellerimde taşıyorum." (Kırmızı Pazartesi, s. 107) der Nasar, Narin de sessizce öyle diyor. Toplumun ellerinde bir çuvala sığdırılan bir çocuk o çuvalın içinde hem bedeni hem de sesiyle boğuldu.

Ve biz bir kez daha sustuk.

Narin'in hikâyesi bize kutsal aileyi ve ezberlenmiş ahlâk yargılarını yeniden sorgulamamız gerektiğini haykırıyor. Bu trajedi sadece bir çocuğun değil insanlığın çöküşü nihayetinde. Sessizliğe gömülen her çocuk bu toplumun vicdanında bir yara açıyor git gide. Çocuklar uyurken susulur, ölürken değil halbuki. Anlıyoruz ki Narin'in katledilişi hepimizin yüzleşmesi gereken başat gerçek aslında; bu bağlamda Marquez'in romanında dile getirilen herkesin bildiği cinayetin suç ortakları olarak bizler de şu cümleyi daha fazla ve çığlık hâlinde seslendirmeliyiz sanırım:

"Bir ülke sustukça başka çocukların da çığlığı duyulmayacaktır."

title