Vicdan, adalet ve kurmaca metne dair
Erinç Büyükaşık
Bugün sancılı süreçler yaşayan coğrafyamız için daha fazla konuşulması ve üzerinde durulması gereken bir kavram "adalet". Güçlülerin hukukunu da elbette adaletin ekonomik, siyasal bağlamından, eşitlik ve özgürlük idealinden otoriter bir kopuş olarak görmek gerekiyor bugünün okuru olarak. Orwell'ın 1984'ündeki "Büyük Gözetim"inin bugünün de distopik bir gerçekliğine dönüştüğü varsayımıyla "adalet" kavramının yazarca yansımalarını ele almak elzem oluyor bir anlamda. George Orwell'in 1984 adlı romanı, totaliter bir toplumda bireyin özgürlüğünü ve gerçeği arayışını derinlemesine ele alan çarpıcı bir distopyadır. Kitap, baskıcı bir yönetim tarafından kontrol edilen Oceania ülkesinde, sürekli izlenen ve manipüle edilen Winston Smith adlı karakterin hikayesini anlatır. Büyük Birader'in her şeyin üzerinde olduğu bu dünyada bireylerin özel yaşamlarına dair hiçbir gizlilik yoktur; düşünceler bile suç olarak görülür. Orwell'in distopyası, modern toplumlarda giderek artan gözetim ve bilgi manipülasyonuna dair düşündürücü bir uyarı olarak günümüzde de geçerliliğini koruyor bir nevi.
Bu bağlamda yazarın "vicdanı"nı da temsil eden, kurmaca metinlere de yansıyan adalet ve hukuk, edebiyatın en karmaşık ve eleştirel alanlarından biri olarak öne çıkar. Kafka'nın Dava'sında bireyin bürokrasi karşısında tamamen yalnız bırakıldığı, hukukun insan doğasına aykırı bir yapı olarak ortaya konduğu görülür. Josef K.'nin suçu bile açıklanmadan yargılanması, modern hukuk sisteminin bireyi bir araç gibi ele aldığını ve adaletin ulaşılması imkânsız bir ideal olarak kaldığını vurgular. Kafka burada; hukukun bireyi içsel ve toplumsal olarak nasıl yabancılaştırdığını, adaletin insan için bir kavrayış değil, ulaşılmaz bir yük haline geldiğini gözler önüne serer. Bu bağlamda, Kafka'nın hukuk karşıtlığı, yasaların insani değerleri göz ardı eden bir mekanizmaya dönüşmesiyle topluma ve bireyin kendisine ne denli zarar verdiğine dair derin bir eleştiri taşır.
Edebiyat, adaletin ve hukukun sınırlarını aşarak yasaların birey üzerindeki etkisini ve toplumsal yapının adalet anlayışını eleştirel bir gözle incelememize olanak tanır. Dava, bireyin bürokrasi karşısında yitip gitmesini, hukukun soğuk ve katı yapısının insanı nasıl değersizleştirdiğini gösterir. Josef K.'nin hiç bilmediği bir suçtan ötürü suçlanması, adaletin adeta ulaşılmaz bir ideal olarak kaldığını düşündürür. Burada Kafka, bireyin, anlam veremediği bir adalet sistemine karşı nasıl yabancılaştığını ortaya koyar; bu da hukukun toplumsal bir güç olmasına karşın bireyin insanlık değerlerini göz ardı edebileceğine dair keskin bir eleştiridir. Bu eleştiriyi belirginleştiren Victor Hugo'nun Sefiller romanı, adaletin yalnızca yasal bir düzen değil, aynı zamanda insan ruhunun ihtiyaçlarına göre şekillenmesi gerektiğini savunur. Jean Valjean'ın hikayesinde, Hugo merhametin, katı kuralların ötesinde nasıl adaleti tamamladığını anlatır. Ancak burada ortaya çıkan çelişki şudur: Merhametle esnetilmiş bir adalet, tarafsızlığını ve güvenirliğini koruyabilir mi? Edebiyat, burada hukuk sistemlerinin yetersiz kaldığı noktada insan vicdanının adalet arayışını devreye sokarak yasaların sınırlarını sorgulamaya devam eder.
Yaşar Kemal'in İnce Memed'inde ise feodal düzen karşısında halkın kendi adaletini arayışı, hukukun yetersiz kaldığı anlarda bireyin kendi adaletini inşa etme gerekliliğine işaret eder. Memed karakteri, köylülerin üzerindeki baskılara karşı gelerek yasalar dışında bir mücadele verir. Bu, adaletin bireysel ve toplumsal yönleriyle nasıl karmaşık bir hal aldığını gösterir. Ancak burada da sorgulanan, bireysel adalet arayışının toplumsal düzeni nasıl etkileyebileceğidir. Kemal'in halk adaleti, yasaların topluma ne kadar hizmet ettiği sorusunu gündeme getirir ve bireyin yasaların dışında kendi adalet anlayışını oluşturabileceğine dair çelişkili bir fikir ortaya koyar. Yaşar Kemal, İnce Memed'te adaletin yalnızca hukuk yoluyla sağlanamayacağını, toplumun kendi adaletini oluşturması gerektiğini savunurken İnce Memed karakteri, adaletin yalnızca mahkemelerle değil, halkın vicdanı ve dayanışmasıyla şekillenmesi gerektiğini gösterir. Ancak Kemal'in bu yaklaşımı, adaletin yasal otoriteler dışında sağlanmasının toplumsal düzende kaosa yol açabileceği riskini de taşır. Halkın adalet arayışı, yasalardan bağımsız bir yapıya dönüşürse bireysel adalet talepleri toplumsal dengeyi nasıl etkileyebilir? Bu soru, Kemal'in adalet anlayışına dair eleştirel bir perspektif sunar.
Adalet Ağaoğlu'nun öyküleri, devlet otoritesinin baskısı altında bireyin adalet arayışına odaklanır. 12 Mart dönemi öykülerinde, ideolojik çatışmalar ve siyasi baskılarla şekillenen adalet, bireyin üzerindeki baskıyı artırır. Ağaoğlu, adaletin siyasi bir araç haline gelmesinin toplumsal adaleti nasıl çarpıttığını gösterir. Bu bakış açısı, hukukun ideolojilerle şekillendiği durumlarda bireyin adalet arayışının ne kadar güçleştiğine dikkat çeker. Devletin ideolojik kontrolü altındaki bir adalet sistemi, adaleti bireyler için ulaşılamaz bir lükse dönüştürebilir mi? Ağaoğlu'nun eleştirisi, hukuk ve adalet arasındaki bu hassas dengenin ne kadar kırılgan olabileceğini düşündürür. Adalet Ağaoğlu ise, 12 Mart dönemi öykülerinde siyasi çatışmalar ve baskıcı yapının bireyin üzerindeki etkisini, adaletin toplumsal bir baskı unsuru haline gelmesini işler. Ağaoğlu'nun karakterleri, adaleti yasaların ötesinde kişisel bir mücadele olarak yaşar ve dönemin siyasi baskıları altında bu mücadelede savrulurlar. Ağaoğlu'nun adalet anlayışı, yasal sistemlerin ideolojik eğilimlerle şekillenmesi halinde bireylerin nasıl ezildiğine ve adalet arayışının kişisel bir savaşa dönüştüğüne işaret eder. Bu, adaletin toplumsal yapıda devletin ideolojik kontrolünden bağımsız olmasının ne denli kritik olduğunu düşündürür okur gözünde de.
Söz ettiğimiz yazarlar, adaletin sadece hukukla değil, toplumsal ve insani değerlerle şekillendirilmesi gerektiğini savunurken, adaletin kurallar ötesi bir anlam taşıması gerektiğini öne sürer. Kafka'nın bürokrasi eleştirisi, Hugo'nun merhamet vurgusu, Yaşar Kemal'in halk adaleti, Ağaoğlu'nun ortaya koyduğu dönemin politik atmosferi dahilinde belirginleşen ideolojik çatışmalar ve Yücel'in kapitalizm eleştirisi, adaletin her birey ve topluluk için farklı anlamlar taşıyabileceğine işaret eder. Edebiyat, burada hukukun yetersizliğine karşı bir vicdan çağrısı yaparak adaletin toplumun ve bireyin özündeki insani değerlerle yeniden tanımlanması gerektiğini gösterir. Bu doğrultuda edebiyat bize adaletin her zaman kanunların belirlediği bir olgu olmadığını; bazen toplumsal yapılarla, bazen bireyin içsel çatışmalarıyla, bazen de vicdanın sesine kulak verilerek yeniden tanımlanması gerektiğini anlatır. Kafka'dan Aslı Erdoğan'a, bu yazarlar aracılığıyla görüyoruz ki, adaletin hukukun sınırlarını aşan, bireyin ve toplumun vicdanında yankılanan çok daha derin bir anlamı vardır.
Victor Hugo'nun Sefiller'inde karşımıza çıkan "adalet" paradigması, yalnızca hukukun uygulaması değil, aynı zamanda toplumun ve bireyin vicdani bir sorumluluğu olarak tasvir edilir. Hugo, Jean Valjean'ın yaşamında merhametin, adaletin katı kurallarıyla nasıl bir çatışmaya girdiğini gösterir. Bu bakış açısı, adaletin bazen kuralların dışına çıkılarak insani bir yaklaşımla yeniden değerlendirilmesi gerektiğini düşündürürken Hugo'nun yaklaşımı, adaletin duygusal ve kişisel tercihlerle yönlendirilip yönlendirilmemesi gerektiği üzerine bir tartışma da yaratır: Adalet, gerçekten bireyin ve toplumun merhameti ile esnetilebilir mi? Yoksa bu esneklik, yasaların uygulanmasında belirsizlik yaratarak adaletin kendisine zarar mı verir?
Bu açıdan üzerinde durmamız gereken bir başka metin, Tahsin Yücel'in Gökdelen romanı ise kapitalist düzenin adalet üzerindeki etkisini acı bir ironiyle ele alır. Yücel, özelleştirilmiş adalet sistemiyle adaletin bir meta gibi sermaye sahiplerinin çıkarına hizmet eden bir yapıya dönüşmesini işler. Bu yaklaşım, adaletin yalnızca ekonomik gücü elinde tutanların ulaşabildiği bir kavram haline gelmesini eleştirir. Yücel, kapitalist düzenin adaleti nasıl bozduğunu, hukukun yalnızca sınırlı bir gruba hizmet ettiğinde toplumda derin bir güvensizlik ve eşitsizlik yarattığını vurgular. Bu eleştiri, adaletin piyasa ekonomisine tabi tutulmasının toplumsal dengeleri nasıl sarstığına dair bir uyarı olarak okunabilir. Yücel'in bu yaklaşımı, adaletin gücü elinde bulunduranların çıkarına hizmet eden bir sisteme dönüşmesiyle toplumun güven duygusunun nasıl sarsılabileceğine dair güçlü bir eleştiri ortaya koyar. Edebiyat, burada adaletin, hukukun ötesine geçen bir vicdan ve insanlık meselesi olduğunu vurgular; yasaların insanların iç dünyasında ve toplumda oluşturduğu adalet algısını derinleştirir. Yücel'in Gökdelen isimli romanında distopik dünyada, adalet bir piyasa ürünü olarak sermaye sahiplerinin çıkarına hizmet eder; adalet, yalnızca ekonomik güçle erişilebilen bir olgu haline gelir nihayetinde. Bu eleştiri, kapitalist bir düzende adaletin gerçekten tarafsız ve erişilebilir olup olmadığına dair sert bir sorgulama sunarken adaletin sermaye kontrolü altında kalması, toplumsal güven duygusunu nasıl yok edebilir? Yücel'in yaklaşımı, piyasa ekonomisinin yargı sistemine olan etkisini sorgulatarak adaletin yalnızca bir kesime hizmet etmesinin toplumu ne kadar çürütebileceğini göstermektedir tüm bunların sonucu olarak.
Kafka'nın bürokrasi eleştirisiyle Hugo'nun merhamet ve adalet çatışmasıyla Yaşar Kemal'in halk adaletiyle Ağaoğlu'nun siyasi ve toplumsal baskılarla oluşturduğu adalet arayışları, edebiyatın adaletin yalnızca yazılı kurallar bütünü olmadığını savunmasına katkıda bulunurken bir şekilde "adaletin" toplumun kolektif vicdanında şekillenen bir değer olarak ele alınması gerektiğine dair düşünceyi pekiştiren edebiyat atmosferi, bireysel özgürlüğü koruma ve toplumsal düzeni sağlama çabasının hukukun ötesine geçtiği bir alan yaratır.
Edebiyatçının ve yazarın bu başat ve önemli eleştirileri, hukuk ve adalet sistemine dair sorular sormayı teşvik ediyor çağın sancısına da işaret ederek: Yasaların katılığı bireyi ne kadar korur? Adalet, merhametle dengelendiğinde mi gerçek anlamını bulur? Toplumun ihtiyaçlarına göre şekillenmeyen bir adalet anlayışı, bireyin içsel huzuruna nasıl zarar verir? Bu sorular, edebiyatın topluma ayna tutarak, adaletin yalnızca yasalarla değil, aynı zamanda vicdan ve toplumsal değerlerle şekillenmesi gerektiğini vurguladığını gösterir. Bu açıdan vicdan ve adaletin kesişim kümesini de gözden kaçırmadan şunu da dile getirmeli:
Ayrıksı bir kalem sayabileceğimiz Aslı Erdoğan'ın metinlerinde vicdana vurgu yapması da edebiyatın adalet ve hukuk eleştirisinde yalnızca toplumsal veya yasal yapılara odaklanmaması gerektiğini, bunun ötesinde bireyin içsel sorgulamalarını ve insani değerlerini de ele alması gerektiğini gösterir. Böylece, edebiyat, adaletin mekanik bir sistem olmadığını, toplumun ruhunu yansıtan bir yapı olduğunu ortaya koyar. Bu yaklaşımla, adaletin soyut yasaların ötesinde, toplumun vicdanında ve bireylerin içsel dengelerinde tanımlanması gerektiği savunulmuş olur. Erdoğan'ın eleştirisi, adaletin vicdan ekseninde yeniden inşa edilmesine dair güçlü bir felsefi sorgulamaya davet ederken hukukun her zaman adil olmadığını ve adaletin de her zaman hukuka sığmayacağını belirterek, edebiyatın bu ikilemde kendine özgü bir bakış açısı geliştirmesi gerektiğini ifade eder. Aslı Erdoğan'ın vicdan ve adalet ilişkisine dair yaklaşımı, edebiyatın bu iki kavramı derinlemesine işlemesini gerektirir. Erdoğan'a göre, adalet salt yasalara dayalı soyut bir kavram olmamalı; aynı zamanda insanın içsel duygularıyla, empati ve vicdanla da yoğrulmalıdır. Bu bakış açısı, Kafka'nın Davasında hukukun bireyi yabancılaştırmasını, Hugo'nun Sefillerinde adaletin merhametle dengelenmesi gerektiğini ve Yaşar Kemal'in İnce Memed'inde halkın kendi adaletini sağlama çabasını farklı bir boyuta taşır. Tüm bu bağlam çerçevesinde Erdoğan'ın bu başlığa dair görüşü, edebiyatın yalnızca hukuku eleştiren bir alan olmadığını, aynı zamanda toplumsal vicdanı harekete geçiren bir güç olduğunu düşündürür. Adaletin insanlık temelinde yeniden inşa edilmesi, hukukun katı sınırlarının ötesine geçebilecek bir vicdan sorumluluğu yaratabilir mi?
Bugün kendi coğrafyamız ve dünyanın siyasal atmosferi adına güçlülerin hukuku, adaletin yönetici elitlerin çizdiği sınırlarda ifade edildiği akıl tutulmasını yaşıyoruz kuşkusuz. Bu bağlamda Kafka, Hugo, Yaşar Kemal, Adalet Ağaoğlu ve Tahsin Yücel gibi yazarlar aracılığıyla edebiyat, adaletin hukuktan daha geniş bir kavram olduğunu, bireyin içsel ve toplumsal mücadelelerinin içinde şekillendiğini gözler önüne seriyor. Bu eserler, adaletin insani değerlerle yeniden tanımlanması gerektiğine dair güçlü bir eleştiri sunarak edebiyatın toplumsal dönüşümdeki rolünü pekiştirirken yazar yine "vicdan"ın peşi sıra kalabalıklar ortasında kara koyun olmanın kaçınılmaz sancılarıyla yazmayı sürdürüyor. Belki de şimdilik elden başka bir şey de gelmiyor.