The Platform Filmleri "Tanrı Yoksa Her şey Mübahtır"
Esra Teymur Şimşek
Dostoyevski'nin Karamazov Kardeşler romanındaki, ünlü sözünden yola çıkarak, The Platform serisinin felsefi temelini bu cümle ile özetlemek mümkün: Tanrı ve onun getirdiği ahlaki düzenin olmadığı bir dünyada, insan doğasının en karanlık yönleri açığa çıkar. Bu distopik yapım, toplumsal hiyerarşinin acımasızlığını ve kaynakların eşitsiz dağılımını çarpıcı bir görsellikle sunuyor.
"The Platform'un distopik dünyası, insanın açgözlülüğü ve ahlaki ikilemler üzerine etkileyici bir alegori sunuyor. Sınırsız özgürlüğün, ahlakın çöküşüne nasıl yol açtığını ve toplumun en savunmasız üyelerinin nasıl ihmal edildiğini gösteren bu yapımlar, izleyiciyi derin sorgulamalara itiyor.
The Platform serisi; dikey bir hapishanede geçiyor. Gözlerini iki kişilik bir hücrede açan mahkumların sahip oldukları tek şey birer yatak ve yanlarında getirmelerine izin verilen birer eşya. Birinci filmde Goreng adındaki karakter, Don Kişot kitabını seçerken hücre arkadaşı Trimagasi, her türlü malzemeyi kesebilen bir bıçak seçmiş. Bu ikili, seçtikleri eşyalarla da insan doğasının ahlaki ikilemlerini simgeliyor. Don Kişot'un romantik hayalleri ve idealizmi, Trimagasi'nin bencilliği ve hayatta kalma içgüdüsüyle çatışıyor.
Birinci filmin sonlarına doğru 333 katlı olduğu anlaşılan ve mahkumların kendi aralarında "çukur (PİT)" dedikleri bu hapisanede her gün en üst kattan başlayarak aşağıya doğru bir platform iniyor. Platformun aslında bir sofra, en üst katta kalabalık ve çok titiz bir mutfak ekibi tarafından yüzlerce insanı doyurabilecek kadar fazla çeşit çeşit yemekler hazırlanıyor ve sofraya yerleştiriliyor. Platform yukarıdan aşağıya doğru indikçe yemekler yağmalanıyor ve sofra kirletiliyor. Bu şekilde alt kattakilere sadece kırık tabak çanak kalmış oluyor.
Çukurdaki tek kural "yemek tutma" platform o kattayken yiyebildikleri kadar yiyebilirler, sofraya istediklerini yapabilirler (çok iğrenç sahneler var), hücre arkadaşlarını aşağı atabilirler, öldürebilirler hatta yiyebilirler. İnsanların bencil doğası, bir diğerine duyduğu güvensizlik ve açgözlülük, bu vahşi ortamda tamamen açığa çıkıyor.
Her ay mahkumlar rastgele farklı bir kata yerleştiriliyor bu yönüyle hiyerarşik bir sistemin simgesi olarak görülebilir. Platformun en üst katlarındaki mahkûmlar, sınırsız yemek seçeneğine sahipken, alt katlara inildikçe yalnızca artakalanlar kalıyor. Bu, toplumlarda kaynakların yukarıdaki sınıflar tarafından tüketildiğini ve aşağıdaki sınıfların bundan neredeyse hiç pay alamadığını sembolize ediyor. Film servet eşitsizliği ve kaynakların adaletsiz dağılımı gibi konulara güçlü bir eleştiri getiriyor. Bu yönüyle çoğu insan "kapitalizm eleştirisi" gibi algılamış olsa da bence değil. Çünkü kapitalizmde tüketmek kadar "üretmek" de var ve sermayenin sürekli artışı teşvik edilir. The Platform filmlerinde her gün, ordaki insan sayısına yetecek kadar yiyecek servis ediliyor ama sınırsız özgürlüğe sahip insanlar eşit paylaşmayı beceremiyor.
İnsanların sınırsız özgürlüğe sahip olduklarında nasıl yozlaştığını ve açgözlülüğün toplumu nasıl çöküşe sürüklediğini gösteriyor. İkinci film tam da bu konuyu işlemiş, mahkumların kendi aralarında sosyalizm benzeri bir düzen kurduğu ve bu düzene isyan edenlerin vahşi bir şekilde cezalandırılması sonucu gelişen olaylar konu edilmiş.
Her iki filmde de yukardan gelen mükemmel sofra insan eli ile mahvediliyor. Bence kapitalizm eleştirisinden çok sınırsız özgürlüğün insan doğasındaki karanlık yönü beslediği ve cezasızlığın toplumu nasıl kaosa sürüklediği sert bir dile anlatılmış.
Hiçbir insan yapımı sistemin bu kaosun ve vahşetin önüne geçemeyeceği mesajı veriliyor. Yani Dostoyevski'nin dediği gibi "Tanrı yoksa her şey mübahtır"
Her iki filmde de yukarıdan inen mükemmel yemek sofrası, insan eliyle mahvediliyor. Tanrı'nın yarattığı mükemmel dünyada, insanın kaynakları israf etmesi ve adil paylaşmaması, filmde güçlü bir şekilde vurgulanıyor. Çukurun sıfırıncı katındaki mutfak, bir tür cennet simgesi gibi kullanılıyor. Platform ise Tanrı'nın yarattığı mükemmel dünyadaki, sadece israf edilmezse -ve adil dağıtılırsa-tüm insanlara yetebilecek kadar bereketli kaynakları temsil ediyor.
Dostoyevski'nin Suç ve Ceza'sına ve dini göndermelere bolca yer verilen filmde, vicdan, ceza ve ödül kavramları da derinlemesine işleniyor. İnsanın iç hesaplaşmaları ve ahlaki çöküşü üzerine yapılan bu felsefi sorgulamalar, izleyiciyi sadece toplum eleştirisi değil, aynı zamanda insan doğasının temellerini düşünmeye sevk ediyor.
Büyük olasılıkla üçüncü film yolda, çünkü henüz cevapsız birçok soru var. Özellikle çocukların temsil ettiği şeyler ve platformun arkasındaki güçler gibi önemli sorular hâlâ yanıt bekliyor. Bu çocuklar, toplumun en kırılgan üyelerini temsil ederken, filmin insanlığın en savunmasız yönüne dair derin bir mesajı olabilir. The Platform serisi, izleyiciyi sadece şiddetle değil, aynı zamanda derin bir felsefi ve ahlaki sorgulama ile yüzleştiriyor.