Haberler

Dijital Girdap

Fatma Ece Gödeoğlu

Fatma Ece Gödeoğlu

İletişimci& Psikolog& SinemaTv Uzmanı
14.10.2024 03:29

Parlak ekranlar, avuçlarımızda kaybolan zaman. Kimi zaman haberlerin, kimi zaman sosyal medyanın, kimi zaman da bitmeyen bir video akışının içinde sürüklenip gidiyoruz. İlk başta masum bir alışkanlık gibi görünüyor, bir kaçamak, kısa bir mola. Ama fark etmeden içine çekildiğimiz bu dijital girdap, her saniyede biraz daha derinleşiyor. Hayatımızın ritmi, ekranların ritmiyle uyumlu hale geliyor ve biz, kim olduğumuzu, ne istediğimizi unutarak sürükleniyoruz. Her bir kaydırışta, her bir tıklayışta, ekrana bir bakış daha attığımızda kendimizden bir parça daha uzaklaşıyoruz.

Modern dünyanın bu kaçınılmaz gerçekliği, dijital teknolojinin büyüleyici cazibesi, bizi alıp götürüyor. Artık hiçbir yerde yalnız değiliz, her an bir şeylere bağlıyız; ancak bir o kadar da yalnızız. 2012 de vizyona giren hem mitolojik hem de sistemsel olarak demirci soyunun eleştirisi olan "Bulut Atlası" filminde kült bir replik vardır: Ana rahminden mezara kadar birbirimize bağlıyız. Dijital dünyada da ironik bir şekilde, bağlantılarımız arttıkça, insana dair olan ne varsa azalıyor.

Zihinsel Yabancılaşmanın İlk Adımları

Her şey fark edilmeden başlıyor. Sabah uyandığınızda, gözlerinizi açar açmaz ilk yaptığınız şey nedir? Telefonunuza uzanmak, ekranı açmak ve sosyal medyada gezinti yapmak mı? Peki ya yatmadan önce? Günün tüm yorgunluğu ve stresiyle yatağa uzandığınızda, gözlerinizi kapatmadan önce yine o parlak ekranın karşısında vakit mi geçiriyorsunuz? İşte bu döngü, zihinsel yabancılaşmanın ilk adımları. Ekrana her baktığınızda, dış dünyadan kopmaya, kendinizden uzaklaşmaya başlıyorsunuz. Ve bu, zamanla bir alışkanlık haline geliyor. Fark etmeden zihniniz, gerçek dünyayla değil, sanal dünyayla beslenmeye başlıyor.

Dışarıdaki dünya yanınızdan geçiyor. Etrafınızdaki insanlar, olaylar, yaşam akışı sürerken siz, sadece izliyorsunuz. Ama bu izleyiş, gerçekten bakmak değil. Görmediğiniz şey, aslında hayatın ta kendisi. Ekranlardan izlediğimiz hayatlar, bizden çalınan hayatlar haline geliyor. Sosyal medyada paylaşılan anlık mutluluklar, idealize edilmiş görüntüler, her şeyin mükemmel olduğu yanılgısı, bizi daha da derin bir yalnızlığa itiyor. Çünkü o mükemmel dünyanın bir parçası değiliz, olamayız. Gerçek hayat, ekranın arkasında değil, önümüzde. Ancak biz, bunu unutarak her gün biraz daha sanal bir dünyanın içine çekiliyoruz.

İnsanı Şekillendiren Makine

Bu yabancılaşma sadece bireysel bir problem değil. Toplumsal boyutu, belki de işin en ürkütücü yanı. Makine metaforunu kullanalım; devasa bir makine, insanı şekillendiren, onu yeniden tanımlayan bir yapı. Biz farkında olmadan, bu makinenin dişlileri arasında öğütülüyoruz. Sistem, her birimizi benzer kalıplara sokuyor. Birbirimize benziyoruz, aynı şeylere ilgi duyuyoruz, aynı trendlere ayak uyduruyoruz. Bizi özgün kılan, bizi benzersiz kılan ne varsa, siliniyor.

Kapitalist düzen, insanı sürekli tüketici olarak görürken, biz de bu düzene gönüllü olarak katılıyoruz. Tüketim kültürü, parlak ekranlar aracılığıyla bize dayatılıyor. En yeni telefon modeli, en trend kıyafetler, en popüler tatil mekanları… Hepsi, ekranlarımızdan bize ulaşan birer gereklilik gibi sunuluyor. Bu zorunlulukların peşinde koşarken, aslında kim olduğumuzu unuttuğumuzun farkında da değiliz. İnsan, tükettiği şeylerle şekilleniyor, ancak bu şekillenme doğal bir süreç değil, yapay bir yönlendirme. İnsanı kendine yabancılaştıran, onu mekanikleştiren bu süreç, farkında olmadan içine çekildiğimiz bir girdap.

Bizi biz yapan şeyleri, düşüncelerimizi, hayallerimizi, hatta insanî ilişkilerimizi birer birer kaybederken, geriye sadece boşluk kalıyor. Evet, ekranın arkasında sürüp giden dünya, hızla akarken biz, sadece seyircisi oluyoruz. Oysa seyirci olmak, hayatın dışına itilmek anlamına geliyor. Birer pasif izleyici haline geliyoruz.

Ekranlar Arasında Kaybolan İnsanî Bağlar

Bir zamanlar insanlar, yüz yüze konuşur, birbirlerine dokunur, birlikte gülerdi. Şimdi ise bir mesajlaşma uygulaması üzerinden iletişim kuruyoruz. Göz göze gelmek yerine, klavye başında kelimeleri seçiyoruz. Bu durum, sadece fiziksel uzaklaşma değil, duygusal bir yabancılaşmayı da beraberinde getiriyor. İnsanî bağlar, derinleşmek yerine yüzeyselleşiyor. Bir fotoğraf beğenmek, bir hikâyeye tepki vermek, gerçek iletişimin yerini alıyor. Oysa insan, dokunmak ister, duymak, hissetmek, paylaşmak ister.

Bu sanal dünya, bize her şeyi daha kolay ve hızlı bir şekilde sunuyor olabilir. Ancak kolaylık, her zaman gerçek olanla aynı anlama gelmez. Gerçek ilişkiler, zaman ve emek gerektirir. Bir insana gerçekten ulaşmak, onunla gerçekten bağ kurmak, zaman alır. Ama biz, bu çaba yerine, kısa ve hızlı yolları tercih ediyoruz. Ve bu tercihler, bizi giderek daha yalnız, daha izole hale getiriyor.

İsimsiz Bir Kalabalığa Dönüşme Tehlikesi

Yabancılaşmanın en korkunç tarafı, sonunda isimsiz bir kalabalığa dönüşme ihtimalimizdir. Kim olduğumuzu unutup, birer sayıdan ibaret hale gelme riskiyle karşı karşıyayız. Sıradanlaşmak, bireyselliğimizi yitirmek, topluluk içinde kaybolmak… Hepsi, bu ekran bağımlılığının ve dijital dünyaya teslim olmanın sonuçları olabilir.

Devasa bir kalabalık içinde, birbirimize benzeyen yüzler, benzer hayatlar yaşıyoruz. Sorgulama yetimizi kaybediyoruz, sistemin bize sunduklarını olduğu gibi kabul ediyoruz. Aynı yöne yürüyen birer figür haline geliyoruz. Başımızı kaldırıp etrafımıza bakmıyoruz, çünkü gözlerimiz ekrana kilitlenmiş durumda. İşte bu noktada, kimliğimizi, benliğimizi kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kalıyoruz. Eğer bu yolda devam edersek, bir gün aynaya baktığımızda, karşımızda sadece bir gölge görebiliriz. Tıpkı "Bulut Atlası" filmindeki tüketiciler ve üreticiler gibi…

title