Haberler

Bir ünlünün ardından biz

Kuvay Sanlı

Kuvay Sanlı

Yazar
18.09.2021 11:13

Nazım Hikmet'in Süreyya Sineması'nın müdürü olan babası ölüm döşeğindeyken, Süreyya Paşa evlerine gelir ve hesap kitap işlerini konu eder. Bir iki gün sonra babasını kaybeden Nazım Hikmet, zamansız ve saygı içermeyen bu üç kuruşu irdeleme çirkinliğine kızgındır. Onu belirleyen duyguyla da "Hiciv Vadisi'nde Bir Tecrübei Kalemiye" şiirini yazar. Şiirde "baba" ve "bir zatımuhteremin pederi" ayrımı vardır.

Sizin peder ölmüş.
Öldü benim babam.
Karşı karşıya kaldık iki meşhur adam!

*

Sosyal medya, yaşantımızda uzun yıllar boyu gözlemleyemeyeceğimiz örnekleri önümüze seren iyi bir turnusol kâğıdı. Her şeyi açık edip, insanı insana tanıtıyor.

Bir ünlünün ölümünün ardından sosyal medyadan üzüntümüzü dile getiriyoruz. Ve tabii o ünlünün ne kadar değerli birisi olduğunu da belirterek. Bu üzüntü ve değer belirtme işine bir de görsel eşlik edebilmektedir: O ünlü ile çekilmiş bir fotoğraf. Ve ucundan acık yakalamışsak eğer, o ünlü ile olan tanışıklık durumunun öne çıkarılması da cabası. Duygunun paylaşımı mı yoksa "Ben de bu ünlüye yakın olan önemli kişiyim" vurgusu mu asıl olan, belli değil.

Ölümünün ardından o ünlüden ne kadar etkilendiğimizi, feyzaldığımızı belirten cümleler de yazıyoruz: Hocam, Mirim, Üstadım nitelemeleriyle... Oysa yaptığımız, yaşantımızı derinden etkilediğini belirttiğimiz bu kişileri aslında çoğu örnekte anlamlı anlamsız, bilinçli bilinçsiz yüceltme işinden başka bir şey değil.

Neden mi değil? Ölümüyle açınan bu "gerçek", bir nebze olsun bu kişi yaşarken neden satırlarımızda hiç karşılık bulmaz? Ne kadar değerli olduğunu belirten paylaşımlarımız neden başlık düzeyinde kalır da bir somut örnek içermez? Bizi derinden etkileyen bu düşünür, yazar ya da oyuncudan neden bir tek anekdot yıllar yılı hiç aktarılmaz?

Çünkü yoktur. O kişi yaşantımızı derinden ya da yüzeyden etkilemiş değildir.

Ya biz o kişiyle gerçek bir ilişki kuramamış, onu anlamamışızdır ya da aslında o kişi ne kadar ünlü olursa olsun, popüler kültüre malzeme üretmekten öte, ortaya anılacak bir "değer" koymamıştır. İlki kendi gerçeğimizin, ikincisi de karşımızdakinin gerçeğinin bilincinde olmamaktır.

*

"Şöhret" ve "meşhur" kelimelerini kullanır Nazım Hikmet şiirinde. Ünlü olanı övmek, övüleni övmek, yani olumluyu olumlamak bir totolojidir ve totolojiler genellikle yararsızdır. Ama risksizdir de. Çünkü herkes aynı tekrarın içinde olunca, kimse kimseye itiraz etmez.

Ancak bu risksiz durum tutsaklıktır. Özne değil, bir insan olarak ancak nesne olma halidir; yapan eden değil, yapılıp edilenden etkilenen, yapılıp edilenin içinde kaybolup giden.

Dilim pek varmıyor ama bu durumumuzun bir de riyakârlık içerdiğini söylemek gerek. Öyle ki aynı gün bu derin üzüntüyü, bir başka konunun mutluluğuna kadeh kaldıran görüntüler takip edebilmektedir.

Ve bir göstergesine daha tanık oluyoruz bu riyakarlığın: Ölenin hemen ama hemen ardından onu anma toplantıları… Neyin acelesidir bu en önde anma hali? İlkin "acı", izin verelim yaşamın akışı içinde yerini bir bulsun. Misafire gelir gelmez, "İç kahveni de git" der gibi, alelacele bir şey ikram edilmez çünkü bizim kültürümüzde.

*

Şu "ünlü olma" durumunu da sorgular şiirinde Nazım Hikmet.

Benim şöhretim nerden gelir,
ben neyimle meşhurum, malum!
Size gelince:
Sizi meşhur eden şey…

*

Her bir ünlü ve her paylaşım için bu yazanların geçerli olmadığını, insanımızdaki alınganlık durumunun mecburiyetinde belirterek, şairi dinleyelim ve burada bitirelim.

Ey zatımuhterem!
Şaire, "Kısa kes, diyelim, sözlerini!"
Ölmüş sizin serasker peder.
Benim de babam öldü
.

title