İsraf ve ibadet

Meryem Güneş

Hoş geldin Ya Şehr-i Ramazan. Neredeyse her şehirde, karşılaştığımız bu ifadenin ne anlama geldiğini kaçımız biliyor?
Bilenler bilir zaten, benim sözüm bilmeyenlere ki her yılın bir ayı, neredeyse her şehrimizde cadde ve bulvarlarda, minareler arasında ve Ramazana özel etkinliklerde, bu cümleyi okuyup da ne anlama geldiğini merak edip de sormayanlara ve araştırmayanlara.
Arapçada şehr ay anlamına gelir ki Şehr-i Ramazan da Ramazan ayı olarak ifade edilir. 11 ayın sultanı Ramazan diye sıklıkla zikrettiğimiz bu ayın malumunuz İslam'da çok özel bir yeri ve değeri vardır.
Fakat anlamadığım ve kabullenemediğim şu ki bir yılın on iki ayı içerisinde Ramazan ayına atfettiğimiz bu özel ve değerli yeri 'Sultan' olarak ifade etmemiz.
Sultan genel geçer birinci anlamı, hükümdar ve padişah olarak kabul edilir. İkinci anlamı ki mecazen de güç ve otorite olarak da zikredilir.
Peki, böylesi güzel bir ibadeti, bu kelimelerle zikretmek ne kadar doğrudur. Güç ve otorite anlam itibariyle ki o da tartışılır, bir nebze kabul edilebilir. Padişah ve hükümdar, bu güzel ibadeti ve ayı yüceltmek için kullanılabilecek doğru kavramlar mıdır?
Bunu idrakinize sunup kapatırken, bir diğer hususu Ramazan aylarında sofralarımıza çöken müsrifliğimize dikkatinizi çekmek ve düşüncenize sunmak isterim.
Gün boyu içmeden ve yemeden durup fakirin halinden anladığını sananlar sanıyorlar mı ki eve gittiklerinde dört başı mamur bir sofra buluyorlar maalesef onun yerine, kendi gibi aç eş ve çocuklarıyla karınlarına girecek iki lokmanın şükrüyle yaşıyorlar.
Peki ya biz; belki de üç beş kişinin karnını doyuracak bir parayla, en lüksünden hurmalarla başlıyoruz iftarımızı açmaya ve sahura kadar da durmuyoruz.
İbadetten ve Ramazan'dan anladığınız buysa yanlış anlamışsınız bunun adı israf.
Gücü yeten her Müslümana farz olan bu ibadetle neyi murad ediyoruz bir düşünün. Hep söylenegelir; oruç tutarak yoksulla, muhtaç olanla empati kurma olanağı buluruz. Yaşadığı güçlüğü, sınırlı bir süre de olsa yaşayarak anlamaya yaklaşır ve böylece yardımlaşma ve dayanışma ile onlara yardım eli uzatmaya çalışırız. Merhamet duygumuz gelişir. Kötülüklerden korunup, ahlakımızı güzelleştirmeye çalışırız.
Teoride ve dilimizde böyle ifade edilse de maalesef pratikte bunu yaşamayız. Yaşamayız çünkü gün boyu açlığımız ve susuzluğumuz bizi öylesine gerer ki evin içinden başlayıp caddelere kadar taşan bir saldırganlıkla önümüze geleni kırmaktan çekinmeyiz. Bu eşinizmiş, çocuğunuz, komşunuz ya da iş arkadaşınızmış fark etmez. Aç ve susuz kalmanın acısı ve sinirini birbirimizden çıkarırız.
Dile gelince, on bir ayın sultanı dediğimiz bu 30 günü kimseyle karşılaşmayıp kırmamak için belki de günün yarısından fazlasını uykuda geçiririz, hani şu 'orucu uykuya tutturmak' dedikleri gibi.
Hele bir de siz oruç tutarken tutmayıp ulu orta yiyip içenleri gördüğünüzde, vay sen misin o saygısız nasıl olurda karşımda yer içersin, diye sitem eder, çıkışır ve bazen paylarız.
Yaşlısı, hastası, özel durumları olanlar ki istese de Allah'ın tutmayabilirsiniz dediği ve farklı biçimde bedelini ödettikleri var ki onları nasıl bileceksiniz.
Hiç sordunuz mu kendinize, siz Allah için aç ve susuz kalıyorken, inanmayan ve tutmayan biri ya da inanıp da tutamayan ya da tutmayan biri neden sizin için aç ve susuz kalsın.
Haşa Allah'a şirk koşmak olmasın bu? Bunu tartışmayı İslam fıkıhçılarına havale edip burada bırakayım.
Ama hani şu moda tabirle oruç tutup da ortalığı siniriyle yıkanlara şunu diyesim geliyor 'sakin ol şampiyon' iftara az kaldı.