Beyoğlu’nda Aksanat, Moskova Sergisi ve anılar…
Yeşim Mutlu
Beyoğlu'nda, İstiklal Caddesi üstündeki Aksanat'ın (Akbank Sanat) kurucusu olarak sanata çok güçlü bir imza bıraktınız. Bu süreç içinde Sakıp Sabancı ile de çalıştınız; Moskova'da Sakıp Sabancı koleksiyonuna öncü oldunuz. Moskova İskit eserlerinin yer aldığı müzede açtınız bu sergiyi. Biyografinizi ve basın notlarını incelediğimde de, 1987-88 yılı olmalı. Okan Holding adına İstanbul ve Ankara'da kapsamlı içerikte ilk kez, Sovyet Ressamlar Birliği'nden seçtiğiniz eserlerle de İstanbul ve Ankara'da ilk kez Rus ressamları sergisine öncülük ettiniz, serginin önsözünü yazdınız. Moskova Televizyonu'nda sizinle röportaj yaptılar. Mutlak, unutamadığınız anılar vardır.
Sanırım o tarihlerde, ressam olarak, 40 bin üyesi vardı Sovyet Ressamlar Birliği'nin. Olay ilginç. Okan Holding SSCB'ne makarna satıyor. Sözünü ettiğiniz tarihlerde de Sovyet Ticaret Sosyalist Bakanlığı yetkilileri diyorlar ki, "Hep makarna satıp duruyorsunuz. Bir de sanatla ilgili bir şey yapalım!" Gazeteci arkadaşım Necla Zarakol da Okan Holding basın ve halkla ilişkiler danışmanı. Bana sordu, olayı anlattı ve, "Ne yapabiliriz?" dedi… Ben de, "SSCB edebiyatta, müzikte çok ileri; yazarlar, besteciler, icracılarla dünyanın en üst düzeyinde sanatçılarını yetiştirmiş ve yetiştiriyor… Ama, resim sanatını ise hiç bilmiyoruz, duymuyoruz. Türkiye'de de kapsamlı boyutta bir sergi açılmadı. Kendilerine bağlı birçok ülkenin bağlı olduğu Ressamlar Birliği var. Gelin bu sergiyi gerçekleştirelim. Yankısı büyük olur. Üstelik ben de Moskova, Leningrad, Kiev'i merak ediyorum. Ve olay böylece başladı. Başlaması çok ilginç. Sovyetlerin, Beyoğlu'ndaki Başkonsolosluğu'na gittik makarnacı olarak! Birkaç kez görüştükten sonra baktım iş uzuyor. Yanımda da kurumun Rusça bilen çevirmeni var. Dayanamadım, çevirmenden rica ettim, "Cümle, cümle çevir söylediklerimi: Sayın konsolosa bir önerim var." Çevir. "Ricam ve önerim şu; ben de merak ediyorum." Çevir. "Ben ressam, yazar ve basın mensubuyum." Çevir. "Şimdi. Ben bu çok önemli SSCB resminin İstanbul ve Ankara'da açılması için, Türkiye'deki bürokratik işlemler, mekanlar ve yazılı, sözlü basın ve harcamaları Gürol Sözen adına taahhüt ediyorum. Acaba, sayın konsolos da SSCB adına bu sergiyi taahhüt edebilir mi?" deyince ne oldu biliyor musunuz? O güne kadar Rusça konuşmalar yapılırken sayın konsolos Türkçe: "Yapma yahu, taahhüt edebilir misiniz?" demez mi. İşte o günden sonra güven tüm etkinliklerde egemen oldu…Moskova'da Ressamlar Birliği yetkilileri ile günlerce bir araya geldik. Usta sanatçıları ile tanıştık.
Bakanlık ve kurum yetkilileri ile ahbaplığımız ilerledi. "Benim İstanbul ve Ankara'da sergilenecek resimleri seçmem doğru olmaz. SSCB'ne bağlı birçok ülkenin sanatçısı var; birlikte seçelim" dedim başkanlarına. "Bizim seçmemizin dedikodusu olur. Sizi izledik, çok doğru seçiyorsunuz…" 200 civarında eser sergilendi AKM'nin en üst salonlarında. Mesut Yılmaz ve çok iyi Türkçe konuşan büyükelçi Çernişev açtı. İki ünlü ressam Tatyana ve Romadin'i davet ettik ve konakladıkları Gümüşsuyu'nda İstanbul'u çizdiler; sanırım o resimler Okan Holding'tedir. Geceleri iki ressamla hep birlikteydik "kalinkalar" arasında! Daha sonraları her iki ressam da Avrupa ve Amerika'da sergiler açtılar.
Peki siz Moskova'da sergi açtınız mı?
Tüm bu kapsamlı sergilemenin ötesinde, istemelerine rağmen Moskova'da sergi açamadım. Neden mi? İnanın üşengeçliğimden, utangaçlığımdan. "Kurum adına 200 civarında sizin eserlerinizi sergiledik. Hadi ben de karşılığında Moskova'da sergi açayım," duygusu rahatsız etti. Aslında kurum, seve, seve bu sergiyi yapardı; hem de ilişkilerini pekiştirerek… Okan, makarnalarının yanında eserleri kolaylıkla da taşınabilirdi! Kendilerinin aktardığı; kurumun ilişkileri farklı boyutlara ulaştı… Şakası bir yana, biraz uzun olacak ama madem ki anıların kapısını açtırdınız bana, ilginç olayları ve iki toplumun sanata yaklaşımını, mizahi olayları gelecek kuşaklar açısından da anlatmalıyım.
Sabancı koleksiyonu Moskova'da…
Bu sergi etkinliği, Büyükelçiliğin ve Sovyet Ressamları Birliği'nin kendiliğinden oluşan güveni ve resim, müzik, edebiyat, mimarlık dalı sanatçıları ile içten ve coşkulu paylaşımları başka bir serginin kapılarını açtı: Sakıp Sabancı Koleksiyonu'nun Moskova'da sergilenmesini.
İşte, bir zaman sonra, Akbank danışmanlığım sırasında Sakıp Bey'e de bunu önerdim. Sakıp Bey, "Ağam biz lastik satıyoruz ama hiç sanat işi yapmadık. Kervanı sen alıp götürün mü?" Hemen İstanbul Başkonsolosu ve ardından Ankara Büyükelçisi Çernişev ile görüştüm. Ardından Moskova'ya gidip, önceki sergiden iyi tanıdığım Azeri kökenli (adını unuttum) Uluslararası Kültür Sanat Başkanı (İstanbul Festivaline gelen sanatçıların da bağlı olduğu) ile görüştüm. Beni hemen İskit Eserleri ile ünlü Şark Eserleri Müzesi Müdürü ile tanıştırdı. Olağanüstü İskit eserleri. Müze Müdürü çok sevindi ve dedi ki, "Çok iyi olur. Bu nedenle müzenin cephe restorasyonu öyle uzun sürdü ki bu bahaneyle restorasyon hızlanır ve demir iskelelerde sökülür."
Sergi, gerçekten de işe yaradı ve müzeyi kaplayan demir iskeleler söküldü. Bir süre sonra "Sakıp Sabancı Eserleri Koleksiyonu / Resim ve Hat / Türkiye / İstanbul" afişini iskeleye astılar. Yıl 1989. Ayrıntısı o denli çok ki değinip geçmem bile neredeyse masalsı! Sakıp Bey ve Akbank Genel Müdürü Hamit Belli ve çok saygı duyduğum, ailece görüştüğüm, sigortalar genel müdürü Güngör Uras ve caz sanatı tutkunu Hamit Belli ağabey ile bir araya geldik. Bana sanat ve kültür danışmanlığını da Hamit abi önermişti. Sakıp Bey'i de gazetelerde, TRT TV'de kültür sanat yönetmenliğim sıralarında tanıyordum zaten. Kültür Bakanlığı Müsteşarı da müzeci arkadaşımdı. Tüm işlemler hep benim üzerimden gerçekleşti. Moskova Büyükelçimiz Volkan Vural, müsteşarı Ateş Balkan ve eşi de arkadaşımdı. Tüm bu bağlantılarla gel de şenlik yapma. İşin ilginç yanı, Moskova'da, nehirin yanında, Lenin döneminde Moskova - Washington arasında mekik dokuyan, siyasal olarak arabuluculuk eden, uçağında Rembrandt'ın resmini bulunduran (hakkında ki kızıl milyarder'in kitabı da Türkçe yayınlanmıştı) diye anılanın da (daha önceki etkinlikte de konakladığımız) otelinde kalınacak. Garip gelecek belki ama Sakıp Bey'den isteğim bu sergi için özel bir davetli listesinin de yer alması gündemdeydi. Liste çıkarıldı. Bu konularda rahattır. Yönetim Kurulu Başkanı Naim Talu ve eşi, Sabancı ailesi, Güler Sabancı, basın danışmanı, özel kalem müdürü, Bakanlık sergi komiseri ve benim önerdiğim; kendisinin de iyi tanıdığı ünlü dostlar ve bakanlık temsilcisi. Sanırım 20-22 kişi. Ayrıca halkla ilişkilerin sorumluları.
Şimdi aklıma geldi, Kültür Bakanlığı Müsteşarı dostum aradı bir gün. "Gürol sergi komiseri benim hemşehrim. Arkeolog. O gelsin!" "Sevgili dostum, bu arkeolog aylarca Moskova'da kalacak. Giderini kurum karşılayacak. Biri kalkıp sanat tarihi, resim ve tuğralar üzerine soru sorsa, arkeolog ne diyecek?" "İdare et işte. Bir de; kızma ama zordayım. Semra hanım (Semra Özal) sergiye gelmek istiyor, Sabancı'nın davetlisi olarak. Hep böyle yaparmış, kendini davet ettirirmiş! Sen Sakıp Bey'e söyler misin?" "Aydaaa! Hangi sıfatla? Bakanlık olarak siz söyleyin!" "Söyleyemem, yeni müsteşar oldum." Önce Akbank genel müdürü Hamit ağabeye söyledim durumu. Gülümsedi, çok kibardı kişiliği. "Sen, farklı söylersin. Mümkünse bulaştırma beni." Gene, köşkün yolunu tuttum. Anlattım. "Ağam bir sürü işimiz var bakanlıklarla. Ne etsek de çağırmasak?" Onca yoğunluğun arasında, üstelik şaşkın biriyim, böyle işleri hiç beceremem. Kaldı mı başıma? İnanır mısın şimdi hiç hatırlamıyorum hangi gerekçeyi buldum da caydırdım bilmiyorum. Ama Sakıp Bey'in, "Cuk oturdu. Kurtuldum," deyişini hatırlıyorum. Yani ne yaptıysam, etliye sütlüye karışmadan; işe çok yaradı da hanımefendi gelmekten vazgeçti?
İç içe ve aklıma geleni parçalı anlatıyorum kusura bakma Yeşim Hanım.
Olur mu hiç Gürol Bey, anılarınız arasında hayal dahi edemeyeceğim bir yolculuğa çıkıyorum.
Serginin açılacağı günlerde. Moskova'da kutlama günleri vardı ve Kremlin Sarayı kapalıydı. Ben de azıtmışım, Kremlin'in içindeki müzeyi gruba gezdirme sözünü vermiştim. Ben de merak ediyordum. Sanırım, yanılabilirim. Vip; Pirinçcioğlu rehber grubu sergi sonrası turlar düzenlemişti. Ben de bilmiyerek, Moskova, Kremlin ve Leningrad'ı da dostlarımın görmesini istediğim için, daha önceki sergi ilişkim ile dost olduğum başkana konuyu açtım. Tabii ki başta ben. Aklımca! Bu arada Sakıp Bey, "Ağam serginin açılışında Sovyet birkaç bakan da olsun," demez mi! "Sakıp Bey ben kimim, Sovyet Bakanı kim? Haddime mi?" "Bi bak! Sen ayarlarsın!" demez mi? Eserler sigortalandı, Moskova'ya geldi, sandıklar açıldı. Ben, artık tanış olduğumuz için kültür sanat sorumlusuna gittim. İlginçtir; sekreterine emir vermişti: " Gürol Bey ne zaman gelirse, randevu almasına gerek yok, hemen içeri alacaksınız!" Sanatın bu denli işe yaradığına ülkemde hiç tanık olmamıştım. Sergi hazırlığı nedeniyle olacak, üstüm başım berbat ve ben başkanın yanındayım. Şarlo gibi. Abartmıyorum, makamına girerken herkes bana bakıyor. Türkiye'den iş için gelen büyük holding temsilcileri de sırada. Kapıdan içeri girerken iki elimi yana açıp, 'ben ne yapabilirim ki' der gibi özür diliyordum onlardan. Ama hınzırcasına da seviniyordum; eeee ne de olsa sanat farkı! Biz de arada biraz bişiler kazanalım değil mi? Shakespeare, "Parlayan her şey altın değildir" dememiş boşuna!
Makamına girer girmez (çok iyi Türkçesi vardı) özür dileyerek, Sakıp Bey'in ricasını ilettim. Gülümseyerek, "Bana yarına kadar müsaade. Bir de kaç kadın, kaç erkek gelecek?" Bir de, özel kalem ve basın ve halkla ilişkiler danışmanı iki de bir beni sıkıştırıyorlar. "Gürol, kusura bakma ama senin yüzünden başımıza neler gelecek hesap etmedin mi? Ya başına bir şey gelir el kapısında ölürse!" Anlamadım önce. Aldı mı beni bir telaş. Zaten şaşkınım. "Yahu Sakıp Bey yurt dışında büyük ameliyat geçirdi. Sen buralara onu sürüklüyorsun. "Başımıza bilmediğimiz neler gelecek. Yani kriz!... Ertesi günü Azeri kökenli Rus dostumun bir daha makamına gittim. Olayı anlattım. "Gürol Bey. Önce söyleyim: Kültür Bakanı zaten açılışa gelecek. Ticaret Bakanı'na davetiyeyi verdim. Kibarca gelecek grubu tanıttım. O da geliyor. İkincisi bana yarına kadar müsaade. Sakıp Bey'in sağlık problemi için." Ertesi günü bana bir liste uzattı. Klinik ve doktorlar listesi ve telefonları. "24 saat görevlendirilmişlerdir. İçiniz rahat olsun!" Ben de bu listeyi özel kalem müdürüne verdim. Bir oh çektim! Çıtları çıkmadı.
Aradaki olayları atlıyorum. Unuttum biraz başa döneyim. Olaylar iç içe. Hangi birini anlatayım? Sergi hazır. Alandayız. Grubu karşılayacağız. Kültür, sanat sorumlusunun bana "kaç kadın, kaç erkek gelecek?" sorusunu o an anlamıştım, kuşkumdan utanmıştım. Yolcular uçaktan çıkmadan uçağa girdi. Dostlarımız geldiğinde tüm kadınların elinde birer gül vardı. Misafirlerimizi çiçekle karşılamıştı. İnceliğe bakar mısınız? O dönemde Moskova'da; garip gelecek ama gül de zor bulunuyordu nedense. İkincisi ise; "Eski kent Kremlin müzesine girmek mümkün değil. Kutlamalar var. Kapalı. Biz yıllardır tur yapıyoruz. Ben de gezemedim. Bilmez miyiz?" demişti ama; dostumuzun kapalı olan Kremlin müzesini açtırıp özel görevlilerin bizleri gezdirebilmeleri için benden sınırlı kişi sayısı istiyordu. Ama bu arada turizmci dostumuzun "Ben hiç Kremlin'i özel davetle göremedim" ricasını kıramadım, sergiyi hazırlıyordum, zamanım yoktu. Sayıya benim yerime o eklendi. Nasıl olsa bir gün ben de görürüm diye. Kremlin Müzesi'ni bir daha görebilme fırsatım olmadı.
"Bir vur bin ah işit," derler ya! Bunları hatırlayıp aktarmamın tek nedenini gene tekrarlıyorum: Güzellikleri paylaşmak ve insanların akıl almaz halleri. Ama bir gece, sanki imparatorluk görevlileri gibi algıladığımız bir sofrada eski Rus çingenelerinin kendilerine özgü sesleri ve giysileriyle sunduğu gösterileri elçilikle birlikte planlayabildim ve hep birlikte izledik. Hangi coğrafya olursa olsun; kültür ve sanatın evrenselliğini, "güzeli arayış"ı yakaladığımda dostlarımla ve toplumla paylaşmaktan da hiçbir zaman gocunmadım.
Söylenecek çok şey var. Örneğin Leningrad'ta beyaz geceler. Unutulur gibi değil. Araç bulamayınca bir otobüs kiraladık ve tüm aydınlık gecede hepimiz sokaklara yayıldık. Bitmeyen sis ve soluk, aydınlık, gizemli ve Dostoyevski'nin Beyaz Geceleri… O gece, o güzel odalarda ha yattık, ha yatmadık ama helal olsun! O ne biçim bir doğa?
Yeryüzünün bu toprakların görkemli uygarlıklarını ya da ürettiklerini paylaşmak ne güzel! Bu Anadolu coğrafyasındaki bilinmeyenler olur ya da başkaca coğrafyalarda da. Çünkü, "her geçmiş benim de geçmişimdir." Merak işte!
Öncülük edip hayata geçirdiğiniz Aksanat adı sizden sonra Akbank Sanat oldu. Yanılmıyorsam 12 yıllık bir süre yalnızca Aksanat değil, Akbank'ın tüm kültür ve sanat işlerinin sorumluluğunu yüklenmiştiniz. Sakıp Bey'le kurumsal bağınız yoktu ama ahbabınız olduğu için sanat olaylarında önemli katkılarınız oldu; Koleksiyon kitabı, Moskova sergisi gibi vb. Peki Aksanat, zaman içinde bu dönemden kalan çok anınız vardır.
Benden önce, Vedat Nedim Tör, Zahir Güvemli gibi ünlü isimler Akbank'a kültür ve sanat danışmanı oldular; Zahir Bey'den sonra da ben. Aksanat'a öncülük etmem, farklı bir projeydi. Beyoğlu'nda bir tek Yapı Kredi kültür merkezi ağırlıklı olarak yer alıyordu. Benden danışmanlık isteniyordu. Zaten, üniversite sırasında gerçekleştirdiğimiz TMTF adına görkemli 'Uluslararası Gençlik Festivali' yönetim kurulundaydım. Boyumuzdan büyük işlere karışmıştık; 10-12 kişi ve tabii ki sayısız şenlik gönüllüleri çalışmıştık. Binlerce kişi ağırlandı. Galatasaray Lisesi ve birçok yer bu mekanlarda ağırlandı. Çok keyifliydi. İyi ki yapmışız. Afiş ve kataloglarını ben çizdim. Hala saklarım…
O nedenle Kültür ve Sanat Danışmanlığı önerilince hemen kabul ettim. Ve tabii ki bağımsız yetki ile çalışarak. Önceliğim; İstiklal Caddesi'nde çok yönlü etkinlikleri gerçekleştirmek için; sergisinden konserine, tiyatrosundan lito ve serigrafi atölyelerine, bale çalışmalarından söyleşilere ve bilim ve sanat konularında usta yazarların kitaplarını basıp, her yılbaşında müşterilerine dağıttıkları yılbaşı sepeti yerine kapsamlı kitap yayınlayıp satışa da sunmak önceliğimdi. Ve tabii ki kurumun resim koleksiyonuna kadar seçmeli etkinliklerin hepsini gerçekleştirdik. Gökdelende, sanat eserleri için raylı, demir kapılı özel bir koleksiyon mekanı yaratıldı. Basılan kapsamlı kitaplar da satışa çıkarıldı, hepsi de tükeniverdi.
Anadolu coğrafyasındaki uygarlıkların, müzelerin en yetkin imzaları (Arkeoloji, Topkapı, Türk ve İslam Eserleri Müzesi vs.) kitapları önceliğimizdi. Hitit, Selçuk, Osmanlı, çağdaş sanat. Tabii ki bilim ve sanatın her dalında dostlarım, basın ve tabii ki birlikte çalışmaktan gurur duyduğum, sık sık ailecek de birlikte olduğumuz genel müdürler, genel müdür yardımcılarıyla çok keyifli, saygılı, içten yaklaşımları ile çalıştık; hemen hemen her gün. Yönetim ve sanatçılar, bilim insanları iç içeydi. Kültür ve sanat bunu gerektiriyordu zaten. Amacımız, herkesin uğrayabileceği ve izleyebileceği etkinlikler. İlk açıldığında Aksanat'a ay içinde giren izleyici sayısı 3.5-4 binden 10 bine ulaştı. Niçin bunları aktarıyorum size? Yılların sonunda şenlik var da onun için. Kültür ve sanatın yazgısıdır: Neyin kar olduğu bilinmezse faturası da ağır olur. Yani, her şeyin fiyatını bilip, gerçeğin değeri bilinmezse şaşırıp kalırsınız. Üzülerek, örnek olsun diye anlatıyorum. Tabii ki hayata güzellikler ve sanat gözlüğüyle bakan dostlarımın dışında. Seneca, yüreğime su serpti: "Eskiden kusur olan şeyler görenek haline geldi mi, bu işin çaresi, devası kalmamıştır artık."
Evet! Ama kimi zaman bedeli ağır oluyor. Kişiler ve tutumlar! Hani bataklıkta açan lotus çiçeği gibi. Çiçeğini bataklıkta açar ama üzerine bir toz konduğunda küsüp taç yapraklarını kapatıverir. Ah! Bir anlayabilse bireyler…
Bunları neden mi söylüyorum? Kültür ve sanat özen ister. Saygınlık ister. Kazanılan her güzel şeyi akçe ile ölçerseniz, faturasına da katlanmanız gerekir! Çenem açıldı gene: Moskova Sergisi'ne döneyim izninizle. Ama sorunuzu yanıtsız bırakmayacağım.
Sovyet ressamları konusu evrensel bir konuydu. Özenle, sanat ve kültürün ön planda yürüdüğü bir projeydi. O tarihlerde, merak ettiğim Moskova, Leningrad, Kiev ve birkaç kent ve tabii ki, Tolstoy, A. Çehov, Dostoyevski, Gorki, Bulat Okudjava (şair/gitarı ile şiirlerini seslendiren Time'ın kapak yaptığı sanatçı) ve tabii ki besteciler, piyanistler, çellistler, Nuriyev gibi. Çocukken piyano resitalini izlediğim Sabancı ve Aksanat adına davet ederek (pedagogları izin vermedi) Moskova'da tarihsel bir mekanda resitalini izlediğim Kıssın. Tabii ki bugüne kadar benzerini görmediğim halk danslarını evrenselleştirip kendine özgü koreografisini yaratan turneleri ile batıyı hayran bırakan Moiseyev ve birçok olgu merakımı oluşturuyordu. Çok etkilendiğimi söylemek isterim. Bu projede, hiçbir akçeli girişimim olmadı ve olamazdı da. Çünkü, bunun bedeli yoktu. Ben tüccar değildim. Yılların birikiminin özünde kültürel dostluklar ve evrensellik vardı. Çağımıza ne kadar ters geliyor, değil mi?
"Parlayan her şey altın değildir." W.Shakespeare
Akbank ya da Aksanat'taki danışmanlığım yalnızca bir desenimin karşılığıydı. Amacım Beyoğlu'nda kapsamlı bir kültür sanat merkezinin açılmasıydı. Çünkü Beyoğlu tarihsel kimliği ile sanatın merkeziydi. Ayak altıydı. Sakıp Bey, Levent'teki gökdelende yapalım dedi. Hayır, dedim. Kulelere girip çıkmak çok zor ve ayrıca yürüme yolu Beyoğlu bu iş için biçilmiş kaptan. Ailenin en büyüğü olduğu için ilk onay onun. Tabii ki çok sevdiğim, caz ve tiyatro hayranı genel müdür (adını saygıyla anıyorum) Hamit Belli ile yapının planlanması ve işlevini aylarca çalıştık. Daha açılmadan iki yıllık, etkinliklerin şemasını çıkardık. Tekrar olacak ama ailecek de görüştüğümüz Genel Müdür ve eşi Leyla Hanım unutulur gibi değil; içten, neşeli, hayatı seven, yetkin…Genel Müdür yardımcılarının içtenliği de unutulmazdı. Sonraki Genel Müdür dostumuz Özen Göksel ve Ziya Akkurt dostumu da saygıyla anmalıyım. Sanat, sanatçı, yönetim neşeli bir imece içindeydi hep. İzleyicinin ilgisi giderek artıyordu.
Tabii ki bir kültür ve sanat kuruluşunu gerçekleştirip; A-Z'ye kadar tüm evrenlerinde var olan (1987–2003 arası) birinin, bireysel değil, toplumsal yapı adına, elbette tüm evrelerinde sorumluluğu olması gerekir. Uluslararası sanat, sanatçılar; resminden, tiyatrosuna, resitallerden balesine, kurumun sanat dergisi, ünlü yazarların kitapları, lito ve serigrafi baskı atölyeleri, söyleşiler, dinletiler ve yurt dışı sergiler. Numaralı lito ve serigrafi baskılar ki bugün de o özel, numaralı baskılar kurumun çeşitli duvarlarında. Kuşkusuz her anı, hayata açılan yolculuktur. Ama tüm bu güzellikleri ve paylaştıklarınızı umursamayanlar da hep karşınızdadır. Bu ne yazık ki günümüzde çoğalarak devam ediyor. İyi, kötü, güzel, çirkin. Gerçek, yalan ve çürüme iç içe… Bilgi, aymazlık. Var olmayı dışlayıp yok saymak da işin komik yanı, 16 yıl boyunca bu amcayı göklere çıkar; yönetimler değişsin sonra da buyurun! Tabii ki buyurduk da; siz hiç papatyayı dağ başlarında koparırken gökyüzüne bakıp teşekkür ettiniz mi?
O zaman ben de bu anıları; anı demeyeyim, bu 'kadir bilmezliği' sorumlu olduğum kamuoyu önünde sergilemeliyim; gecikmiş de olsa; üstelik toplumun önüne sergilemeliyim. Tabii ki güzel dostlukların da dışına taşarak. Biraz önce örneklediğim lotus çiçeğini düşünerek, bu topraklar adına bir genelleme yaparsam söyleyebileceğim tek şey; Shakespeare'in Venedik Taciri kitabından alıntı yapmaktır: "Parlayan her şey altın değildir. Tanık olabildiğim kadarıyla Sakıp Bey, eleştirilere katlanırdı. Düz yanıt verirdi. Açık sözlüydü. Sanat, kültür ve basın ile de ilişkimi bildiği için hep nesnel davrandı. Çünkü önerdiklerimin hepsi kültür, sanat, bilim adınaydı ve kurum olarak çok yararlanmışlardı sanattan…
Bu anlatımınızda sanki bilmediğimiz bir sorun var sanki. Geçtiğimiz yıl basında da yer alan sizin "yaptıklarınızı ve döneminizi yok sayan" bir olayı hatırlıyorum. Ek olarak Aksanat'ın kuruluşunu da anlatmak ister misiniz?
Sondan başlayayım. O ilk toplantılarda Sakıp Bey dedi ki; "Bu kültür merkezi ne kadara çıkacak ağam?" Haklıydı. "Bunu ben bilemem yapının restorasyon iznini koruma kurulu ve başkanı, çok saygı duyduğum, beni de bu konuda yüreklendiren (Prof. Dr. Hande Suher) ve yetkililer projeyi inceleyip onay verdiler; sanat kurumu olmasına. Tabii ki bu yapıyı Genel Müdür yardımcısı dostumuz bulup çıkarmış ve önermişti. Yani her şey hazırdı. Ayrıca kurumun mimarlık grubu çok iyiydi. Başında da şık, saygın özverili başkan dostumuz vardı. Tüm bu işi o yönetti.
Tüm bu evrelerde; buna belediye ilişkileri de dahil kurum yalnızca inşaatı sağlıklı bir şekilde tamamladı. Tabii ki bir öncesi var: Bu kültür sanat merkezinin gökdelenlerde açılmasını öneren Sakıp Bey'in Beyoğlu'ndaki yapının restorasyonu ve sanat merkezine uygun inşaata harcanacak para kuşkusu hep gündemdeydi. Bir gün, "Sakıp Abi ben bir şey önereceğim. Reklam bütçenizi bilemem ama ben size bu yapı daha inşaat sırasında ve açılışından sonraki bir yıl dahil siz hiç ilan vermeden, yazılı ve sözlü basında bu sanat merkezi ile ilgili çıkacak haber ve röportajların maliyetini çıkartacağım. İlan verseydiniz ne kadar harcardınız ile karşılaştıracağım. Söz, işin prestiji hariç en az üç misli kâra geçmiş olacak kurum."
Sakıp Bey, "Sahi mi? Yapma yahu! Sen sanatçısın paradan anlamazsın. Ama, tamam." Gene de kuşkuluydu.
Tüm izinler alındı. 3-4 katı eski (özenli değil ama korunmuş) yapının sanat merkezine dönüştürülmesinde tiyatro sahnesi dekorlarıyla ünlü Metin Deniz, mimar değil ama iyi bir tasarımcıydı. Mimarlık grubu vardı. Vakko binası da tam karşımızdaydı. Vitali Hakko'da bunu işitti. İnşaat sırasında Aksanat'ta yavaş yavaş duyulmaya başlamıştı. Vitali dedi ki bir gün "Çok da şeker bir insandır." Sakıp Bey de vardı. "Ya," dedi, "Gürol Bey'in önerisi çok önemli. Bak benim binada sanat galerisi var. Aksanat açılmadan gelin tanıtım kokteylini Vakko'da yapalım." Sakıp Bey hemen evet dedi. Ve hakikaten açılış kokteyli Vakko'da yapıldı. Basın ve sanat dostları oradaydı. Tıka basa bir kokteyl. Güneri Civaoğlu'da vardı. "Bir çılgın adam var: Gürol Sözen. Üstelik, bir çılgın projenin peşinde." diye Vakko'da gerçekleşen kokteyli köşesinde haber olarak yazdı. Derken gazeteler bir haber girdi, bir haber girdi size anlatamam. Aradan aylar geçti. Sakıp Bey bir gün "Gürol ağam gelsene," dedi. Ne oldu diyerek köşke gittim. "Yahu, herkes bana Aksanat'ı soruyor," dedi. "Röportajdan başımı alamıyorum. Gel alnından öpeyim."
Öylesine ayrıntı var ki… Hatta bir ara Sakıp Bey televizyon kurmak istiyordu. Bana da sordu. Siz televizyonlarda konuşmayı seversiniz eğer televizyon kurarsanız diğer televizyonlar, sizin televizyonunuz var diye gelmezler size, dedim. "Haa doğru" dedi ve vazgeçti. Hatta Sabancı Müzesi'nin kuruluşu da ayrı bir anı. Sakıp Bey hep danışır. 'Akçe olarak' benim hiçbir talebim olmadı hayat boyu… Sakıp Bey, Emirgan Köşkü'nü onartıp Kültür Bakanlığı'na bağışlamak istiyordu. Bir gün aynı masadaydık. Köşkteki bir büyük yemekte heykeltraş ve Mimar Sinan Üniversitesi rektörü Tamer Başoğlu dostumda aynı masadaydı. Müze konusunu açtı Sakıp Bey, "Ben bu köşkü müze olarak Kültür Bakanlığı'na bağışlamak istiyorum. Ne dersiniz?" Ben de, "Sakıp Bey siz yemek davetleri ve sohbeti çok seversiniz. (Yanımızdaki masada ise gerçekleşecek olan Sabancı Üniversitesi'nin rektörü Tosun Terzioğlu da vardı. Sanırım Güler Hanım da.) "Bakın, üniversiteniz kuruluş aşamasında. Siz bu köşkü Kültür Bakanlığı'na verirseniz, burada artık davetler veremez, keyfini çıkaramazsınız. Üstelik bu siyasal yapıların ne olacağı belli değil. Yok olur gider; siz de tanıyamazsınız. Oysa kuruluş aşamasında üniversitenin mutlak sosyal bilimler ve sanat bölümü de olacaktır. Bu müze yapısı üniversite kapsamına alınırsa siz de keyfini çıkarır içiniz de rahat olur. O zaman, işte Tosun Terzioğlu Bey de karşımızda (eşini de çok iyi tanıyorduk ailece). Siz ne dersiniz Tosun Bey," diye sordum. "Aaa! Çok iyi olur." diye yanıtladı. Ben, "Sakıp Bey, üniversiteniz inşaat halindeyken, basında şöyle bir haber çıkabilir: 'Sabancı Üniversitesi daha kuruluş aşamasında iken şimdiden bir müzesi var.' Gerçekten de öyle oldu… İnanır mısınız; daha sonraları kimileri hemen bu serüveni unutup kendilerine mal ediverdiler. İyi de oldu şimdi sağlıklı yürüyor. Doğaldır; insan yapısı. Hep hayatın kendileriyle başladığını sanırlar.
Evet, gene virgül koymadan anlatıyorum: Bıkabilirsiniz anlatımımdan. Ama hafızası olmayan bir toplum için kayda geçmem gerek. Birbirinden kopuk iç içe anlatıyorum ama Aksanat açıldı. Aksanat'ta çalışacak genç, ama yetenekli, meraklı arkadaşlarıma rica ettim. Her gün, Aksanat için, basında çıkan Aksanat'la ilgili yazılı, sözlü ne varsa toplayın bir kenara dedim. Televizyonda bu, radyoda bu, şurada bu. Ben her hafta üşenmeden bütün gazeteleri tarattırırken Sakıp Bey'e dosyayla gönderiyordum. Ama TV ve yazılı basında ne çıktıysa ölçüp biçip aynı yere reklam verilseydi kaç para olurduydu da sorup öğrenin ve rapora bunu ekleyin... Bir gün telefon etti, çağırdı. Gittim. "Ne oldu? "Ağam" biliyor musun dedi "Yahu daha Aksanat açılmadan herkes bana Aksanat'ı soruyor. O televizyona gidiyorum, Aksanat konuşuyorum. Bu nedir yahu?" Hiç unutmuyorum. Ben tam sayfa Lassa ilanı veriyorum bakan yok. Sen hiç ilan milan da istemedin. Para harcamadan reklam gırla oldun yahu Ağam. Sen bir de bunun bir de dedikodusunu düşün ve ona katlar bu havadisler" dedi.
"Her parlayan şey altın değildir." Ve curcunalı günler!
Ve ondan sonra Sabancı Aksanat'tan ayrılmadı. Hemen hemen her sergiye geldi. Ünlü yazarlar, tiyatrocular, ressamlar, heykeltraşlar, bilim insanları, müzisyenlerin buluşma yeri oldu Aksanat. GSA (Mimar Sinan Üniv.) ustalarının, öğretim üyelerinin sergileri açıldı. Baskı atölyelerinde gelip kendi eserlerini bastılar. Bu baskıların sınırlı bölümünü kurum aldı ve şimdi bile o eserler kurumun yapılarının duvarlarında. Aksanat, baştan aşağıya tüm çalışanlarıyla bir aileydi. İlk başlarda ve uzun süre Kadriye Kulin ve sonra Derya Bigalı ve Orhan Kural yöneticilerle keyifli yıllar geçti. Tüm bunlar sonrası, sevdiğim Genel Müdürler de emekliye ayrılınca kendi adıma artık yoluna giren bir sanat kuruluşuna son verip, ben de yazıp çizmelerime daha yoğun zaman ayırmak için hazırlığımı yapmaya başladım; kitaplarımı, evraklarımı kutulara koydum. Tam 16 yıl olmuştu. Aylık izleyici sayısına 4 bin ile başladık, 11-12 bine ulaşmıştı.
Ama bir gün özel eşyalarımı, kitaplarımı kutulara koyarken ne oldu biliyor musunuz? Sanattan sorumlu genel müdür yardımcısı (ki sanat ortamına pek alışamamıştı / farklı görevlendirmeler bekliyordu / ismini vermeme gerek yok), kendi tanımıyla kapıya kadar uğurlayıp beni 'duayen' olarak tanımlayıp işime son verildiğini tebliğ etti. Bir duayenmişim! Nedeni var ama yok! Burada belirtmem bana göre değil. Çok doğal karşıladım. Gülümsedim; özel davetle danışman olmam Sakıp Bey ve genel müdür Hamit Belli Beyce istenen, kurumu kuran ve 16 yıldan beri sorumluluğunu taşıyan, sanat ve kültürün tüm ustalarını yani kendi sanat çevresinin kuruma katkısını sağlayan ve Anadolu coğrafyasının kültürel mirasını kurum adına gündem oluşturan, altın rozetle (şimdilerde nerede olduğunu da bilmiyorum), kurumun 50. yıl armağan kitabı Mavi Uygarlık yazarı (2. baskısı ile 6 bin) birine kapı önünde güle güle demek, doğrusu çok şıktı. Ayrıntısına ve nedenine girmek istemem. Çünkü konu Gürol Sözen değil. Tüm bunları size şimdi anlatmamın bir nedeni var. Aslında size rastladı. Tüm belgeleri hazırdı, yayınlayacaktım ama bu umarsızlığın ötesinde, sanat kurumunu dedikodularla yıpratmam doğru olmazdı. Evet, toplum ve sanat adına kurumu mahkum etmemek. Kamuoyunda bir sanat olayının sürdürülebilmesine ket vurmamak. Tabii ki kişisel gibi gözüken bir olay değildi. Sanatçı dostlar topluca karşı çıkıp, kurumdaki kendi etkinliklerinden vazgeçmek istediler. Teşekkür edip caydırdım onları. Bir sanat kurumunu, sıradan bir işlem için kamuoyu karşısında mahkum etmek benim hiç harcım değildi. Ama şık da değildi bu olay; kapı önünde 16 yılı yok saymak. Kimse kalıcı değil elbette. Ama sanatçı olarak önceleri ağır geldi bana. Herhangi bir görevde olsaydım umursamazdım Nedeni, yönetimden hiç kimse açıklamadı. Çalışan arkadaş bir garip oldular, çok üzülmüşlerdi. Ne garip, yeni üst yönetimler yalnızca, boyun eğip, susmayı tercih ettiler. Yani? Yanisi, bundan sonra başladı. Bugün size bunları anlatmamın nedeni daha vahim!
Çok ilginç. Peki sonra?
Sonrası… Hani, yıllar önce Beyoğlu İstiklal Caddesi'ndeki sinemalarda film afişleri vardı ya! "Yarısı renkli tekmili birden 40.kısım. Bütün sinemalarda!" Tam öyle; akçeli işler. Giderek, öylesine bir gol atmayı da elzem görmüşler ki evlere şenlik! Hem de neyle? Tabii ki akçeli işlerde. Farkında bile değilim.
En doğrusu, kurumu kamuoyu önüne çıkarmadan, bu etik olmayan davranışı yargıya taşımak! Kadim arkadaşım, öğretim üyesi ve aynı zamanda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Sosyal Haklar üyesiydi yani hakimi. "Bu olguyu, etik olmayan kadirbilmezliği burada bırakmayalım. Güle oynaya yargıya taşıyalım. Bundan sonra, hele bir sanat olgusunu hiçlemek geleneğe dönüşmesin. Cesaret edemesinler." Dedim. Yargıya gittik ve kısa sürede kazandık ama bu süreçte başlı başına komedi! 40 kısım, tekmili birden. Hem de yarısı renkli! Demem bundan. Neyi nasıl savunsunlar ki?
Ben üç kez duruşmayı izledim. İlk duruşma ilginçtir! Duruşmada, bir baktım; atamasını benim yaptırdığım iki sevgili bayan arkadaşım. Projeler uygulanırken, geceli gündüzlü her an birlikte olduğumuz iki arkadaşım. Onları tanık olarak göndermişler. Neye tanık? Gürol, ne zaman gelip gidiyordu! Beni görünce, celse sonunda özür dileyip ağlamasınlar mı? Onları teskin ettim. Görgülü hakim; "Bakın, bir defa daha düşünün. Sizin de başınıza gelebilir. Davacı olan yazarın kitaplarını okudum, biyografisine baktım." Bütün bu işleri kim yaptı? Benim tanığım ise ünlü bir çellistti. O da konser vermişti. Hicvi çok yüksektir. Hala beraberiz. Çok güldürdü hepimizi; üstelik mahkeme salonunda. Hakim ve katipleri de çok güldürdü; beni ve kurumu anlatırken... Sanat aynı zamanda bir hiciv değil mi? Celse o gün sonuçlandı. Ve bu dava sonrasında bir daha dava açmak zorunda kalmayalım mı? Özlük haklarım eksik hesaplanmış. Davaya hep değişik avukatlar geliyor. Bu kez kurum adına giren avukat ki tanımıyorum; dava sonrası gelip benden özür diledi bana karşı savunma yapma zorunda kaldığı için; kurumdaki kimliğimi bildiği için. Eğleniyorduk ne güzel ama böylesi artık fazlaydı. Çünkü üç kuruşluk bir ödemeyi bile eksik ödemişlerdi. Yetinmediler. İşi uzatmak için yeniden bilirkişi istediler. Bu kez kadın avukat/bilirkişi öylesine incelemiş ki benim serüvenimi, tepesi atmış olmalı. Uzun yorumunda, "başlangıcından beri kurumun ödemeyi yapmadığı dönem boyunca mal varlığında bir artış olmuştur," mütalaasında bulunmuş. Bilirkişiye ince düşüncesi için teşekkür edemedim.
Tekrarlıyorum ama tüm bunları izlerken amacım; büyük bir kurumun tek yetkili sanat danışmanının komik serüvenini yazmaktı. Kuruma yaptığım katkılar için Sakıp Bey'in beni göklere çıkaran mektupları, kurumun bana verdiği Akbank simgeli altın rozeti ve biraz önce verdiğim örnekler… Gel de yargı sürecini izleme!
Atlamalı zamanlarla aktarıyorum… İnanın, kitaplığımda yargı sürecini kapsayan dosyalar için özel bir bölüm ayırdım. Sonra bakmaktan sıkılıp kutulara doldurdum. Hala duruyorlar…Hiç unutmuyorum yıllar sonra gene bu konuda çok güldüm… Kurumun kadın avukatından bir savunma geldi bu kez. Evlere şenlik! Enfes bir Türkçe! "Davacının kendi dilekçesinde uzun belirttiği üzere, birçok alanda kitap, resim sergi çalışmaları gerçekleştirmiştir. Çalışmasını haftanın tam günlerinde tam saat olarak müvekkil bankaya ayıran bir kişinin hariçte bu sanatsal çalışmaları gerçekleştirebilmesi nesnel olarak mümkün değildir. Aksi durum insan tabiatına aykırıdır." Yani ben, kurum avukatına göre, bütün bunları yapabilmem için ya cin ya peri olmalıydım. Ya da kurumun gece bekçisi!
Bağışlayın kendimi tiyatroda sanıyorum.
Gel de davayı izleme. Dava arasında kurum avukatına sordum. Beni hiç Aksanat'ta gördünüz mü? Çıt yok. Kurumun kuruluşu için ve üstelik iki kez basımı yapılan kurumun 50.yılı armağan kitabını kim yazdı, biliyor musunuz? Çıt yok. Aksanat'ı biliyorsunuz sanırım. Sık, sık sanat olaylarını izler miydiniz? Çıt yok. Söyleyeyim: Karşınızda ki Gürol Sözen. Savunmaya girmeden önce Aksanat'taki beni araştırsaydınız bari." Tabii ki bitmedi. Yıllar, yıllar… Usandım ve oturup 21 Ağustos 2017'de kurumun yönetim kurulu başkanı ve iyi tanıdığım hanımefendiye uzun bir mektup yazdım. Sorular soran, saygın ve hiciv ağırlıklı. Üstelik, HSBC'nin Türkçe ve İngilizce bastığı, bir kısmını iki kez yılbaşlarında kurumun armağanı olarak önemli müşterilerine gönderdiği, büyük boyutta 512 sayfalık (şimdilerde müzayedelerde) "Anadolu Topraklarında Mozaik" kitabının içine koydum mektubumu ve kargoyla gönderdim… Kurumun kültür ve sanat adına bu saçmalığın ve davanın, hakimin lehimde karar vermiş olmasına karşın neden uzatıldığını bilgilendiren, sorular soran bir mektup? Ayrıca, "Sanat ve sanatçının yanında" sloganını kullanan bir kurumun ilkeli olmasına leke düşüreceğinden haberi olmayabilir, diyerek. Eğer bu mümkün değilse Aksanat'ta ama yazılı ve sözlü basın önünde, kurum adına biri yetkilendirilse ya da bana çıkış veren sanattan sorumlu genel müdürü de olabilir, izleyicinin önünde tartışalım dedim, Donkişotvari! Olsaydı, ne biçim eğlenirdik?
Burada, bu konuşmayı sizinle yapmamın başka bir nedeni de vardı; bardağı taşıran. Bu çok satan gazetelerin birinde çıkan haber/röportajı gördüm. Aksanat'ın etkinlikleri söz konusuydu ve kendi başarılarından söz ediyorlardı; övünerek. Ne var ki, kurumun yayınladığı kitaplarla övünen ve (adımı vermeden) benim kurumdan ayrıldıktan sonra yayın hayatına başlamışlar gibi benim dönemimi dışlayıp her başarının kendilerine ait gösterilmesiydi söz konusu olan. İşin garip olan yanı, sanat muhabiri benim adıma onları doğrultarak; "Peki bu kitaplara (tek, tek isimleri, yılları verilerek) kim öncülük etti?" ve "yayınlandı" başlığını da atarak. Aksanat'ta Gürol Sözen yok muyduya getirip belgeleri yayınlayarak. Şenlik başladı basında. Alaysı yanıtıma da cevap veren çıkmadı. Çıt yok! Bu "çıt yok" tanımına da alıştım.
İşte tüm bunlara karşı, nice ayrıntılar sonrası yılan hikayesine dönen dava ve davaların finali nasıl oldu peki? Kaç avukat, kaç mahkeme, kaç dava bilmiyorum? Kendim bile inanamıyorum. Ama hiç ara vermeden davayı kurum uzattıkça uzatıyordu; hele bu ortamda! İlk davanın tarihinden itibaren, aralıklı olarak tam 21 yıl. Sizin aracılığınızla okurlardan ve beni bilenlerden özür diliyorum, Gürol Sözen ve sanatım adına. Toplum bu halde yola devam ederken bu ne ola ki? Okurları hayrete düşürmeyecek ve benim gevezeliğimi affettirecek son bir haber: Kurum ile süregelen davaların elbette son halkası vardı ve geçtiğimiz günlerde sonuçlandı. Yani 17 Aralık 2024 tarihinde. Bu kez ne mi konusu? İşe bakın! Bir kez daha hep birlikte gülelim. Tam karşılığı atasözünü burada kullanamam. Ne mi olmuş? Çok önceleri, kazanılmış bir dava için SSK'ya ödemeleri gereken hak edişi, bilgiççe bu kez bana ödettirdikleri belgelendi… Ve hakim "…araştırılacak başka husus kalmadığından açık yargılamaya son verilmiştir. Temerrüt tarihi olan 29/12/2014tarihinden itibaren işleyecek ve hesaplanacak…"
Ne demeliyim? Sözcük bulamıyorum ama gerçek bu. Evet! Ben buradayım; çizgim ve sözcüklerimle. Ve yaşamım boyunca derinliklerinde gezinmekten keyif duyduğum Anadolu Uygarlıklarıyla… Gidenlere selam olsun.
Sahi, kimlerdi sanatı savunduklarını sananlar? Hafızam giderek zayıflıyor; kimlere göndermede bulunmuştum biraz önce? Sergimi anlatacaktım. Özür dilerim tüm dost sanat gönüllülerinden. O.Wilde, diyor ki: "Bir sahnedir yeryüzü; ama çok kötüdür rol dağılımı."
Sonun sonu! Bunca gevezelik ettim bir soru da sizlere! Bu büyümüş de küçülmüş davayı istinaf'a gidip uzatırlar mı? 21 yıl az bir zaman mı yoksa? Bu tür işlerden hiç anlamam da. Neden soruyorum biliyor musunuz? Yıllanmış dostlarıma yemek borcum var da onun için! Tabii ki dostlarımız çilingir sofrasında açlık sınırını aşmazlarsa! Gene ben Shakespeare'den yüzlerce yıl sonra af dileyerek, tekrarlayayım: "Parlayan her şey altın değildir."
Gürol Sözen ile gerçekleştirdiğimiz bu röportaj serisi, hayatımda unutulmaz anılar arasında yerini çoktan aldı. Atölyesinde geçirdiğimiz 1,5 saatlik sohbet, konuşmalara eşlik eden eserler, kitaplar, çizimler ve fotoğraflar, onun sanat yolculuğunun sadece bir kesitini görmemi sağlarken, yarım asrı aşan bu derin ve zengin sanat serüvenini tam anlamıyla aktarmak ne mümkün!
Sözen'in Anadolu uygarlıklarına duyduğu derin hayranlık, dostlukları, edebiyatla harmanladığı sanatı ve yaratıcı sürecine dair içten paylaşımları benim için unutulmaz bir ilham kaynağı. Onun eserlerinde geçmişin izlerini, bugünün anlamını ve geleceğe bırakılan eşsiz bir mirasın izlerini bulmanızı diliyorum.
Bu anlamlı yolculuğa dahil olma fırsatını sunduğu ve sanatın dönüştürücü gücünü bizimle paylaştığı için Gürol Sözen'e ve Orhan Meriç'e gönülden teşekkür ediyorum.
Sanatınızla zamana meydan okuyarak hepimize ışık tuttuğunuz için sonsuz minnettarım.
Yeşim Mutlu