“Düşen bir rüzgar parçasıdır resmetmek.” Gürol Sözen
Yeşim Mutlu
Sizinle gerçekleştirdiğimiz röportajın üçüncü dilimi bu… İlk serginizin üzerinden tam 64 yıl geçmiş. Resmetmenin yanı sıra şiir, öykü, deneme ve tabii ki Anadolu Uygarlıkları üzerine kitaplarınız, radyo ve televizyon programları, TRT için belgesel filmler ile dopdolu bir yaşam… Yeni serginiz de Bodrum'da. Önceki röportajlarda da irdeledik ama Bodrum İnspera, Artsapace Sanat Galerisi'ndeki resimlerinize baktığımızda, desenler, yağlıboyalar, ahşap ikonlar ve bronz, gümüş heykellerle hep birlikteler. Bir mânada bu sergide şiirsel duvar yazılarınızla ve Cumhuriyet Dergi'deki röportajınızda da özenle korumaya çalıştığınız farklı bir yorum, bir bütünlük var. Yani Anadolu topraklarındaki uygarlıklar da bu harmanın içinde. Adeta damıtılmış resmetme… Örneğin, başlığımızda da yer alan "Düşen bir rüzgar parçasıdır resmetmek." tanımını açar mısınız biraz?
Yeşim Hanım, öncelikle size teşekkür ediyorum. Bodrum'daki yeni sergimdi gündemdeki konumuz. Ama iş kapsamlı ve anılarla ilgili bir söyleşiye dönüştü. İyi de oldu. Bu uzun gevezeliğimin tek nedeni var: Sanat, sırçalı köşklerde oluşmuyor. Dip suları ile gökyüzünde gezinen kara bulutlar arasında filizleniyor. Benimki de o. Bir ada çevresinde birkaç tur atmadan konaklayamıyorum! Her sanatçı gibi yarım yüzyılı aşan kültür ve sanat serüveni çakıllı yollardan geçiyorsa, gelecek kuşaklar adına da bir not da bırakmak iyi olur diyorum… Onun için tekrar teşekkür ediyorum size ve okurların sabrına…
Anılarınızı paylaştığınız her satır için sonsuz minnettarım. Asıl ben çok teşekkür ederim.
Kimi zaman değil; sık, sık yaptığım bir şey var. O da didiklemek! Benden önce de konup göçen toplumların ürettiklerine bakıyorum hep. İnanın, öylesine küçülüyorum ki onları izledikçe, didikledikçe ve ürettiklerine tanık oldukça… Tabletlere, mermerlere kazınmış kitabelere, papirüslere yazılmış öylesine söylemler ve resmetmeler var ki elim ayağıma dolanıyor. O. Wilde, "Hiçbir insan geçmişini satın alacak kadar zengin değildir," diyor. Şu bir gerçek: Hallaç pamuğu gibi atmışlar hayatı. Doğayı, bir yudum gibi içmişler ve özümseyip resmetmişler. "Gerçek bir keyif ciddi bir iştir," demiş Seneca. Tarih M.Ö. 4 yüzyıl. Geçmiş yüzyılın Mısır Uygarlığı'na bakıyorsunuz; yazıları mavi renk. Neden mavi? Ben de bu sergide resimlerimin mavisini yeğledim. Bodrum'u mesken edilenlere Ege ve Akdeniz'in tuzlu sularını, rüzgarını, birbirlerine benzemeyen derin mavisini seçtim. O nedenle, "Düşen bir rüzgar parçasıdır resmetmek," dedim sergim için. Örneğin, bir halk deyimi. Sergi duvarında da yer alıyor. "Her boyayı boyadık, mavisi kaldı," demek ne demek? Bir bakıma bu sergi, izleyiciye soru soruyor. Maviyi dillendirenler, Egeli mi, Akdenizli mi bilemem…12 bin deniz salyongozundan 1.4 gram mor elde eden Frigyalı, Mısırlı, Romalı, Bizanslı kim? Belki bu sergim, bir hesaplaşma sanat adına. O nedenle büyük uygarlıkların süreci içinde benim eserlerim ancak, 'bir damla koyu gölge' olabilir.
Bir de sizin, "hayaller" üzerine tanımınız var. Sık, sık kitaplarınızda yer alıyor; konuşmalarınızda da…
Evet!.. Görüyorsunuz, sorunuzu evirip çeviriyorum. Bir türlü, 'sadete' gelemiyorum. Nedeni, uygarlıkların gizemi alt üst ediyor beni. Einstein, "Hayal gücü bilgiden çok daha önemlidir." diyor. Olağanüstü bir yorum. Sanırım çok söyledim; beni derinden etkilediği için. Üniversite yıllarında, Bakırköy Akıl Hastanesi'ndeki bir hastanın küçük bir kağıda yazıp psikolog arkadaşıma uzattığı notta ne vardı biliyor musunuz? "Hayalleri işsizliğin akıl hastalığı diyorum ben." Gel de delirme!.. Nasıl bir tanım bu. Biri dahi biri deli… O zaman resmederken çizgilerime, renklerime, sergi duvardaki sözcüklerime karşı sorumlu olmam gerek. Şimdi notlarımda gördüm: Hayret, Devlet Başkanı Roosevelt, ne demiş biliyor musunuz; bu sözü bir ara ders verdiğim Beykoz Üniversitesi'nin duvarında yer alıyordu. "Gelecek, hayallerdeki güzelliğe inananların olacaktır." Sanırım, Einstein'ı ABD başkanı iyi izlemiş… Oysa, zaman zaman hayallere dalanlarla dalga geçerler. İzleyiciye çizgi, renk ve sözcükler yoluyla bağ kurmaya çalışıyorum. Ama hemen söylemek zorundayım: Resmim, kullandığım tanımlar ve sözcüklerin hiçbirinde peşin yargım yok. Her şey kendiliğinden. Geçmiş sergilerim için basındaki dostlarımdan sevgili Gamze sormuştu: Şiirler mi resmi, resimler mi şiiri çizip yazdırıyor? Ben de sanırım şöyle yanıt vermiştim: Ben resmimin şiirini yazıyorum; kendiliğinden. Şair değil, arzuhalciyim!
"Eski Çiçekçi Sokağı" kitabınızda da geçiyor. Beyoğlu dönüşlerinizde, gece yarısı yollara düşüyorsunuz. En uzak ev sizin; Bostancı'da. Yol parasını bölüşürken size torpil geçiyor arkadaşlarınız. En uzak ev boyacınındı (gülüşmeler). Atölyeniz öncesinde ve atölye döneminizde anlattıklarınız ve bu ortamın size kattığı kültürel zenginliği ve insan ilişkilerindeki dayanışmayı çok güçlü bir şekilde hissediyoruz. O dönemde edebi ve sanatsal çevrenizde sizi en çok etkileyen kimler oldu ve bu etkiler sanatınıza nasıl yansıdı?
Bostancı'da oturuyordum. En uzak yerde oturduğum için meyhane sonrası aralarında yolluk için para toplanırdı. Kalanı ile de otobüs paraları eşit dağıtılırdı. Gece yedik içirdikten sonra daha müessese (atölye) olmadan önce beni yolcu ederlerdi. Kimi zaman param yetmez yarı yolda inip Üsküdar'dan çok yürümüşlüğüm vardır Bostancı'ya. Fakat bütün bunlar o kadar güzel şeylerdi ki herkes birbirini doğrulturdu. Yani eleştirirdi. Kimse kırılmazdı söylenenlere. Örneğin tiyatro yazarı ve çevirmen dostum Turan Oflazoğlu. Deli İbrahim'i yazmış, Shakespeare, Zerdüşt çevirileri de vardı, iyi bir çevirmen. O geldiği zaman dolgun ses tonuyla IV. Murad, Deli İbrahim oyunundan pasajlar okumaya başlardı. IV. Murad oyununu yeni yazıyordu. "Bizi delirtme. Ağız tadıyla bir şeyler yiyeceğiz; Deli Murat mısın nesin?" diye söylenirdik. Oyun yazarı sevgili Güngör Dilmen de o naif sevimliliği ile duraklayarak avaz avaz Serhad Türküleri söylerdi. Genç Osman, dediğin ya da sevgili Ruhi Su'dan "Kalktı göç öyledi Afşar elleriii…" Ardından Esin Afşar…
Evet tekrarlayayım, Seneca ve yıllar sonra dostumuz Aydın Boysan ve Prof. Dr. Tarık Minkari dostların da biraz değiştirip tekrarladığı gibi, "Sevinç, kederden çok daha fazla zahmet ister." Yumuşak kıvrımlı ve usta çizgileriyle toplumu, siyasetçileri ve doğayı, mimariyi yok edenleri çizen karikatürist Semih Balcıoğlu ağabeyimizin kahkahaları unutulur gibi değildi. Sergi açılışlarında saygıyla annemi kucaklayıp elini öpen Semih ağabey…Tüm bu dostlar resimlerini de edinmek için öncelikle öyle ince davranırlardı ki…
Prof. Dr. Berna Moran mesela; İngiliz edebiyatından, bütün onların yazıp yayınladıkları sözleri, eleştirileri, doğaçlıkları çok etkilemişti beni. Yaşamlarında hiçbiri kendi konumları ve görevlerini dillendirmemişlerdir. Hiçbiri kendini satmamıştı. Az şey mi? Edebiyatta, mimaride, müzikte, tiyatroda, dil bilimde kilit taşıydı her biri…
10 yıl süren bir atölye. Tam bir dayanışma içindeydik. Ama bütün yetişmemi destekleyen, besleyen şeyler bunlar.
O dönemin sanatsal ortamını bugünkü ortamla kıyasladığınızda, ne tür farklar görüyorsunuz?
Önce farklı bir örnek vereyim… Londra'da yaşlı bir adam kendi halinde. Evine girip çıkıyor. Kimseyle ahbaplık kurmuyor. Gerçek bir haber bu. Alışverişini yapıp eve kapanıyor. Gazete haberi bu yalnız. Bir gün evden hiç çıkmıyor. Polise haber veriyorlar. Gelip bakıyorlar ki içeride, ölmüş. Ama ne var? İçeride para basma makinesi. Özelliği; pazar yeri, bakkal sadece yeteri kadar para basıyormuş. Doyacak kadar alışveriş. Yeterince, yeteri kadar para bastığı için kimse kuşkulanmamış. O kadar, hayata bağlanmak, hayatını sürdürecek kadar. Ne denli sevimli; hele günümüzü düşününce… Demem o ki; para pul konuşmuyordu kimse. Yeteri kadar her şey. Ama bilim ve sanat, toplumsal olaylar ve tabii ki ironili hep gündemdeydi.
Bir de dağarcığınızda "1919-23 Destan ve Onlar / Gürol Sözen Müzesi" var. Mudanya'da Mütareke Meydanı'na çok yakın 200 yıllık bir konak. Önceki röportajımda biraz sözünü açtım ama; Türkiye'de Cumhuriyetimizin 100. yılına adanan bir proje olduğu için, hikayesini biraz daha açar mısınız? Neler dersiniz?
Ben gene 'Kırkpınar pehlivanları gibi el ense atıp, iki elimi şaklatıp çimen sahada biraz tur atayım izninizle!
Ankara'da İş Bankası'nın 50. yıl kutlaması için açılan 1919-1923 Destan ve Onlar Sergisi kataloğu Destan ile başladı her şey. Yıl: 1972. Ne garip! Bu, Kurtuluş Savaşı ile ilgili Destan sergimdeki 60 eserin tümü şimdilerde özel koleksiyonlarda. Ne tesadüf; İş Bankası'nın 75. yıl dönümü armağan kitabı ise Martıların İstanbul'u kitabımdı. Ve ne rastlantı; Akbank'ın 50. yıl kitabım yine benim yazdığım bir kitap; "Bin Çeşit İstanbul ve Boğaziçi Yalıları." Tüm bunları niçin söylüyorum: Hem okudum hemi de yazdım ve çizdim. Niçin? Dersen: Anadolu coğrafyasının ve topraklarının görkemli verimliliğinden. Güzelliği paylaşmak. Eğrisi, doğrusu ile hesaplaşmak için belki. Şiiri, destanı, sesi, sessizliği ve toplumsal yapısı ile… Tüm bunlar, beni yaşadığımız ve varlık nedenimiz Kurtuluş Savaşı'nın yokluk, yoksulluk ve onur adına başkaldırısını çizmeye yöneltti.
Peki, niye 1913-1923?
Kurtuluş Savaşı'nın o dönemi, o yılları çok dramatik. Yoksulluk, yokluk, acı, açlık, umutsuzluk. Osmanlı'nın süregelen savaşları: Sultan savaşı girdi ver oğlunu! O dönem benim için sonsuz doğa, kara bulutlar, fırtına. Atlar, kuşlar, kadınlar, kağnılar, kuvayi milliyeciler, atlılar birer resim. O büyük destanı okuyup, izledikçe kadınlar ve kundaktakileri öncelikle resmettim.
Nazım'ın "Kadınlar…" dediği şiirinde de olduğu gibi. En büyük derdim bu toplumsal yapının başkaldırısı, bu toplumsal acımasızlık, bu toplumsal kendini bilmezlik devam ettiği süre içinde ben yeniden onları çizmeye başladım. Desenler, suluboyalar, karakalemler…Tüm çizdiklerimde o büyük başkaldırıyı doğa, kadınlar, kağnılar, Kuvayi Milliyeciler, kuşlar ve atlar olmalıydı. Kuşku, korku ve kederle baş başa. Tabii ki çılgın çizgiler, rüzgar ve umutsuzluk ile umut yan yana olmalıydı. Varlık nedenimizin adlı, adsız kahramanları, başta Mustafa Kemal ve arkadaşları ile "Onlaé" diye tanımladığım halk bir bilinmeyenden Cumhuriyet'te uzanan diliminin en dramatik örgüsü 1919-23 yılları arasında dokunmuştu. Bu destanı Nazım gibi, kendi örgüsü içinde yazan Ceyhun Atuf Kansu Ankara sergime gelmişti. Sergimde değildim. Bana bıraktığı not: Büyük bir coşkuyla kutluyorum sizi. Ulusal, destansı bir resmin tan yeri serginiz. Ulusal Kurtuluş Savaşı gibi bir çığır." 24 Nisan 1972… İşin ilginç yanı Ceyhun ağabeyin yazdığı "Kuvayi Milliye Defteri" şiirlerini resimledim. Halkçı gazetesinde yayınladım. Ceyhun ağabey şöyle yorumladı bu birlikteliği: "Gürol Sözen'in çizgilerinde, Kurtuluş Savaşı'nın akıp giden ırmağı vardır. Atlar, kadınlar, yeller…Bir duman içinde gelirler ve karmaşaya doğru giderler. Bu duman, Kuvayi Milliye için tarihsel bir simgedir. Gürol Sözen etkiledi beni. Ben de dize-çizgilerle katılmak istedim bu havaya. Böylece Gürol Sözen ile birlikte yapıtımız doğdu. İkimiz de çizgide ve dizede "Yaşın, yaşın bir halk bulutu içindeyiz." 29 Ekim 1973 Halkçı Gazetesi.
Bu birliktelik 2023'de bir kitaba da dönüştü, değil mi?
Evet! Işık Kansu dostumun öncülüğünde, Bilgi Yayınlarınca Kuvayı Milliye Defteri yayınlandı. Destan sergimi gezen Prof. Dr. Perihan Çambel'in Vatan Gazetesi'nde 4 Mayıs 1972'de bir yazısı yayınlandı. Belgelere bakıp uzun yazısından bir bölüm aktarmalıyım. Yarınlara bir not için. "Sanırım ki Gürol Sözen kadar Mustafa Kemal'i hiçbir sanatçı anlamamıştır. (y.n. yalnızca resim olarak notumu eklemeliyim). Bu resimlerdeki Mustafa Kemal, Türk ulusunun en önemli çizgilerinin sembolü olmuştur. Türk ulusunun nabzını yoklamadan, hesaplarını yapmadan, ortamını bilmeden ortaya atılanların hiçbir vakit "Mustafa Kemalliğe" yükseleceklerini, davası uğrunda ölmenin, yaşamanın marifet olduğunu anlatıyor bu suluboya tablolar. Atatürkçü çizgide olacağını bildirdi sayın Ürgüplü; yeni gün ve tecrübe görmüş başbakanımız…Dilerim ki bu önemli sergiye başbakan da eğilsin. Sözen'in dizisi özel olarak bir mimar tarafından çizilecek bir galeride, Dumlupınar'da bütün kuşaklara intikal ettirilecek biçimde bir 'Özgürlük Savaşı Anıtı' içinde yer alsın. Büyük dizinin bir albüm halinde yayınlanmasını da Milli Eğitim Bakanlığı'nın el atmasını dilerim…"
Peki! Başbakan Ürgüplü ve Milli Eğitim Bakanlığı'nın yaklaşımı?
İş Bankası Genel Müdürlüğü hemen ilgilendi Milli Eğitim Bakanlığı yerine, 50. yılı kutlama dizisi içinde ve o günün basım koşullarında Tarih Kurumu kataloğu bastı. Hatta ödül de aldı. Ne derler? Çambel'in dileğine, 'Sağ olsunlar, var olsunlar…' Ne Ürgüplü, ne de Milli Eğitim Bakanlığı'ndan gelen giden oldu… Bunu söylerken, bugün bile gülümsemek geçiyor içimden…
Sonra dedim ki ne olacak? Bu erdemli başkaldırı bir resim. Bana düşen görev, hamasi olmadan resmetmek. Bu bir müze olur mu, olmaz mı? Nerede olur? Anadolu mu İstanbul mu? Derken yarım yüzyıl geçti aradan. Tabii ki bu çizdiklerim Destan sergimin tümü koleksiyonlarda olduğu için oturup çizmeye yeniden başladım. Ama bu arada söylemek isterim. Bu Destan resimleri öyle birkaç resimle bitecek gibi değil. Zaten hep çizedurdum. Öylesine çok ayrıntısı var ki; kadınlar, çocuklar ve Kuvayi Milliyecilerin akınları ve karanlıkta, fırtınada, çamur deryasında cephane taşıyan kadınlar, çocuklar çizmekle bitmez. Ama yalap şalap değil. Bu sırada abim Metin Sözen de Prof. Çambel'in düşü ile benim düşüm, düşlerimi ( eski bir taş, tuğla ya da kagir bir yapıda müze oluşturmak) yorumlayıp öneri getirdi. Bu müze, "Anadolu'da daha anlamlı olacak" derken karşımıza bir arkadaşımız çıktı. ÇEKÜL Vakfı Başkan Yardımcısı ve restoratör mimar Mithat Kırayoğlu. Memleketi de Bursa ve Mudanya. Dedi ki: Gürol Abi Mudanya emrine amade? Gel bak… Hani var ya birdenbire öneri çıkınca karşına elin ayağına dolaşıyor. Arhaveli İsmail gibi, Nazım'ın, "fırtınalı deniz durulunca şaşırıyorsun." Eliniz, ayağınız birbirine dolaşıyor… İşte aynı! Düşlerim yani Destan Müzesi karşıma birdenbire çıkınca afalladım.
Mudanya'da Destan ve Onlar /Gürol Sözen Eserleri Müzesi
Evet! Metin'e telefon ettim hemen. "Üstüne konuşulmaz bile. Hemen, Mithat'ın önerdiği konak 200 yıllık. Zaten koruma kapsamına biz aldırdık. Üstelik Mudanya Mütarekesi'nin yapıldığı meydan ve beyaz konağın yakınında büyük bir konak.
Hemen kısa sayılacak bir deniz yolculuğu! Doğru Mudanya... Sokağın köşesinde çok güzel bir konak. Üstelik çok anlamlı: İngiliz, İtalyan ve Fransız generallerin karşısında, kendinden emin, onurlu bir komutan: İsmet İnönü. Mudanya Mütarekesi'nin (11 Ekim 1922) yapıldığı binanın, imzalandığı binanın biraz ilerisinde de heykeltraş Sabiha Bengütaş'ın yaptığı İnönü heykeli. Meydan güzel.
Palmiyeler altında. Meydanda gülümseyen bir kalabalık hep ortalarda; genç ağırlıklı. Önerilen müze sokağı ise deniz kıyısından yirmi, yirmi beş adım geride... Bir de ne göreyim: Deniz kıyısında martılar ve kediler yan yana güneşlenmiyorlar mı! Yani, mütareke, yani, al 'Barış' karşında. Mithat dostumun tanıştırdığı Belediye Başkanı (bir önceki) güleç yüzlü başkan Hayri Türkoğlu ve özel kalem müdürü Harun Karanfilci dostum ve tabii ki çevresindeki cıvıl, cıvıl ve sevecen mimarlar, tasarımcılar, çalışanlar. Gel de şımarıp karar verme!.. Tarihsel kimliği, yakın tarihin unutulmaz anısı Mütareke evi, İnönü heykeli ve yakınındaki 1834 tarihli yapıda Uğur Mumcu Kültür Merkezi. Sonra, sonra!.. Tirilye, balık, zeytin, kabak çiçeği dolması, levrek, simit, papules salata… Gerisini siz tanımlayın artık!.. Gel de çizme! Kıyıya vuran tuzlu dalgaların esintisi de yüzüme dokunup geçiyor. Gerisini saymayım artık…
Bildiğim kadarıyla; 1919-23 Destan ve Onlar. Gürol Sözen Eserleri Müzesi 100. yıla yetişecekti sanırım.
Evet!.. Konağın restorasyon aşaması, beklenmedik statik sorunlar ile gecikti. Temel, çatı, cephe ve dış cephe boyası bitti. Kapsamlı boyutta katalog da tamam.Tüm eserlerim de hazır. Belki restorasyonun yarattığı yeni olgulara göre eklemeler yapabilirim. Cumhuriyetin 100. yılına bir armağan; yani 100. yılda açılacaktı. Ama gecikse de Cumhuriyet ve Cumhuriyeti bizlere armağan edenlerin anısı ve kağnıları, atlıları, barış güvercinleri devam ediyor. Madem bu topraklar beni yetiştirdi, madem ki Cumhuriyet'te doğdum, madem ki anamız, Atamız ölümü hiçe sayarak bu onuru bizlere bağışladılar… Çizerken, boyarken (göz boyama değil) yazarken bu toprakları minnetle anmam gerek. Ve tabii ki tüm Mudanyalı dostlarımla bu onuru hayata geçireceğiz.
Tabii ki 100. yıl devam ediyor ve tabii ki yeni Başkan Deniz Dalgıç ve sevgili dostum restoratör mimar, ÇEKÜL başkan yardımcısı Mithat Kırayoğlu ve tabii ki genç mimar ve diğer görevli arkadaşların özverileri ile devam ediyor. Yapının dış restorasyonu bitti, boyandı. İç bölüm artık resimler ve uygulama için saptanan çalışmalar. Ben bu hafta sonu Mudanya olacağım zaten. Yoksa, daha önce aktardığım Karacaoğlan gibi, meraklı biri çıkar; "Kimler var idi ben burada yoğ iken" deyip sorgular bizi. Bir de keyifli bir sokak sakinleri, martılar, kediler ve tabii ki kıyıya vuran dalgaların sesi…
Destan ve Onlar başlığı altında, müze öncesi, Ankara ve İzmir'de şiirselliği ile 2022-23 açtığınız kapsamlı sergide ve sergiyle ilgili kataloglarda yer alan çizdiğiniz destanlara eş şiirleriniz de sanki; Bodrum, Inspera / Artspace serginizin içeriği çok farklı da olsa şiirsellik devam ediyor.
Bodrum sergisini açarken Orhan ve sanat sorumlusu Cansu Hanım dedi ki: - Abi sen konuşurken de, yazarken de, yazdığın metinlerde de hep şiirsel anlatımlar var. Onları da ekleyelim mi? dedi. Düşündüm, neden olmasın. Ben şiir yazmıyorum, resmimin sözcüklerini sıralıyorum. Yani fonda müzik çalar gibi. Çünkü Bach'ı, Mozart'ı, Handel'i, Chopin'i ya da çağlar öncesi koroları ya da bir kontrtenörü dinler gibiyim. Ya da bir ezgiyi, şiiri… Çizgiler de peşimi bırakmıyor; ne gelir elden? Yeter ki mahcup etmeyeyim kimseyi! Evet, haklısın. Mavi de kapsamlı Mavi uygarlık ve denemelerimin yer aldığı 'Kederi Dağıtan Mavi' kitabım gibi. Mavi, Bodrum kentinin simgesi oldu artık. Bir de sözünü ettiğin şiirsellik…
"Şimdi onu aramakla meşgulüm."
Siz konuştukça, o kadar çok soru geliyor ki aklıma. Misal; resim ve kitaplarınızdaki gibi: Mavi Uygarlık, Kederi Dağıtan Mavi…
Niye mavi mi? Mavi bir gizem. Mavi bir umut. Mavi bir özgürlük. Mavi bir bulut ve sonsuz sular… Ve çivit mavisi ve derin mavi, ve bulutun, kuşların başındaki mavi. Mısır'ın mavi yazısı. Aslında mavi bir uygarlık. Bu sergide de mavi saklı. Bir anıyı aktarayım.
Beyoğlu'ndaki ilk atölyem dönemleri. Arkadaşımın kız çocuklarından bir tanesi bana "dede" derdi, kısa bir sakalım da vardı o zaman. Arkadaşlarımın yakıştırması. Dedesi falan yok halbuki çocuğun. Benim adım dede kaldı. Çocuk şimdi elli yaşlarındadır, hala dede der. Sarışın güzel bir kızdı; geldi, rakı sofrasında konuşuyoruz. Küçücük parmaklarını kapamış. Paçamı çekiştirip, kapalı avucunu gösterdi.
Dede bu ne?
Aç bakalım avucunu. Bir parmağını araladı. Baktım bir mavi boncuk, açık mavi boncuk dedim. Başımdan gitsin diye. İkinci parmağını da açtı. Ha bu da koyu mavi boncuk dedim. Avucunu iyice açtı. Ortalarında da başka bir mavi boncuk. "Dede, bunun adı?" demez mi? Eeee bu da ne? Eee… İkisi arasında bir mavi. Ulan bu ne? Soruyorum kendime. Hiç kimsede bilmiyor. Koyu mavi boncukla, açık mavi boncuk arasında boncuğa bakarım, kızımız da bana. Sahi nedir bunun adı? Berlin'de Türk ve Alman ressamların açtığı sergide iteleyip beni konuşturdular. Ünlü bir mizahçı ve kabare sanatçısı Şinasi de söylediklerimi çeviriyor. Tereciye, tere satmak istemediğimden, arkadaşımın kızı Selin geldi aklıma. Gevezeliğimi sonlandırırken, ben de bu olayı anlattım.
Ben de sergime böyle diyorum."Şimdi ben iki boncuk arasındaki bu maviyi aramakla meşgulüm."
Devam edecek...